Gülağ ÖZ Gülağ ÖZ

[email protected] | Yazara E-Posta Gönder!

10 Aralık 2011 | Okunma : 5872
Tweetle

Hacı Bektaş-ı Veli

HACI  BEKTAŞ VELİ

Aleviliğin Anadolu topraklarında kurulmasını, kurumlaşmasını, yayılmasını teorik olarak biçimleyen kişidir. Anadolu Aleviliği, bu bü­yük Horasan Piri Hacı Bektaş Veli ile birlikte Arap İslamiyetinden ve Arap kültüründen bağımsız olarak gelişen Türkler?e özgü Türk gelenek ve göreneklerine dayalı, eski Türk inanç sistemlerini de içinde barındı­ran, gerektiğinde tüm dinlerden de halkın bünyesine ters gelmeyen ku­rallar getiren bir dini tarikat sistemi oluşturmuştur. Anadolu Aleviliği­nin kurulması süreci Horasan Yesevi okulu öğrencileri olan Hacı Bek­taş Veli ve diğer Horasan pirlerinin Anadolu topraklarında kurdukları tasavvuf okulunun bir devamı niteliğindedir.

Horasan topraklarından Anadolu topraklarına adım atan Türkmen­ler çeşitli kollar halinde geldiler. Bunlar, hem Yesevi?nin hem de Ebül Vefa?nın öğrencileri ve tarikatının devam ettiricileridir. Bunlar aynı zamanda Hallacı Mansur?un devamcılarıdır. Bu akımlar, Kalenderilik, Haydari­lik, Vefailik, Yesevilik adlarıyla geldikleri Anadolu topraklarında bir dönem Ba­bailer adıyla birleştiler. Ebul Vefa?nın ardıllarından Baba İlyas, bu birliği tek potada birleştirmeyi başarmıştır. Babailer hareketinin yenil­mesi sonucunda bütün bu hareketin öncülerini Bektaşilik ve Hacı Bek­taş?ın çevresinde birleştiklerini görmekteyiz.

?Bektaşiliğin teşekkülünü XIII. yüzyılda Anadolu ?da ortaya çıkan şiddetli, sosyal ve dini, kısmen de siyasi hareketlerle, başka bir deyiş­le Babai isyanı ve hareketiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu?,[1] daha Fuat Köprülü?den itibaren görülmüş  ondan sonra yapılan araştırmalarla bu bağlantı daha açık bir şekilde belirmiştir.?[2]  Bektaşilik, Horasan Erenlerinin ilk yıllarında henüz ortada yoktu.Hala Babailer hareketinin izleri ağır bir şekilde devam etmektedir.

Bu sırada Kalenderilik de büyük bir güç olma özelliğini korumaktay­dı. İlk Bektaşiler olarak adlandırılan Abdal Musa, Kumral Abdal, Ab­dal Murat, Geyikli Baba, vs. kendilerini Babai ya da Horasan adıyla Vefayi diye adlandırmaktaydılar. Bunların birçoğu yine Kalenderi, Haydarı, Yeseviye tarikatı mensuplarıydı. Ancak Babailer İsyanı?nın yenilgisinden sonra Selçuklu devlet yapısının ekonomik, sosyal koşul­ları onları yeni bir birlikteliğe doğru çekmekteydi. Bu birliktelik Hacı Bektaşi Veli öncülüğünde örgütleniyordu. Tamamen Türk gelenekleri üzerine kurulan bu örgütlenme biçimi aynı zamanda medreselerde ve­rilen eğitime bir tepki olarak kurulacak Türk okullarının da temelini oluşturuyorlardı. Bu temel yine Babai hareketinin yeniden derlenip to­parlanmasını da sağlayacaktı. Ancak bu kez Suluca Karahöyük Tekke­si bu hareketin başını çekiyordu. Bu örgütlenme biçimi her ne kadar Bektaşilik adını almazsa da Bektaşiliğin temeline bir taş konulmuş olu­yordu.

Bektaşiliğin kurucusunun, örgütün başında bulunan Hacı Bektaş olarak bilinmesi yanında onun çevresinde bulunan Kalenderi, Vefai, Yesevi, Haydari pirlerinin büyük payları olmuştur. Bunlar her ne ka­dar Bektaşi adını kullanmasalar da, bilerek bu tarikatın temellerinin oluşumunu sağlamlaştırıyorlardı. Çünkü hepsi de Hacı Bektaş?a son derece bağlı, onun fikirlerine harfiyen uyan, inanan, saygı ve hayranlık duyan kimselerdi.

Hacı Bektaş, Anadolu Aleviliğinin oluşumunu bu pirlerle birlikte yürütmüş olsa da şu tümcesi önem taşımaktadır. ?Benim kabem insan­dır?. Bu söz Anadolu?ya yeni bir biçim verecek, Anadolu?da yaşayan Türkmenler?e ters gelmeyecek, onların kendi benliklerine, öz kültürle­rine dönüşü ve kavuşmasını sağlayacak bir teminattı. Bu teminatın al­tında yatan gerçek ise, Arap-Fars kültürü önüne büyükçe bir duvar ör­mekti.

 İşte bu söz ile Emevi-Arap milliyetçiliğine dayanan İslamiyet yerine, Türkler?in kendi kültürlerine sahip çıkarak, başka dinlere de ta­vır almadan, saygı duyularak oluşturdukları Türk İslam?ıydı. Bu İslami dinde en çok etkili olan hiç şüphesiz Şamanist kültür, Şamanist düşün­ce ve Türkler?in kendi inandıkları, yüzyıllarca yaşadıkları ve yaşamak istedikleri dinleriydi. Çünkü Türkler Özgür bir halktı. Diledikleri gibi yaşamak, doğayla, gökyüzüyle kucaklaşmak temel ilkeleriydi.Kaderci değildiler.Sıkıntıya gelmiyorlardı.Kadınları kendilerinden,erkeklerden farklı görmüyorlardı..Hacı Bektaş Veli ?kadınlarınızı okutunuz?derken bunları dile getiriyordu. İnsanı düşünmeye, kafalarındaki şüpheleri yok etmeye özen göste­ren Türk inancı ya da inanç sistemi yine Hacı Bektaş Veli?nin ağzın­dan dökülen şu sözlere çok önem veriyordu. ?Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu?. İnsanın okumasını, aydın bir millet olmasını öğütlüyordu bu Hacı Bektaş felsefesi. Cehalete karşı koyulmasını sa­vunuyordu. Bunun yanında başkan dini inançları da içinde barındırıyordu. Manicilik, Zerdüştlük,Hıristiyanlık, Budizm vd.

Biz Bektaşiliğin oluşum ve felsefesine geçmeden önce bu tarikata adını verdiren Hacı Bektaş Veli?nin kim olduğu konusuna dönelim.

 Kimdir Hacı Bektaş?

Yüzyıllarca içimizde nasıl yaşamış, bu günle­re hangi düşüncesiyle gelmiş ve hala neden Anadolu Türk?ünün belle­ğinde önemli bir yer tutmaktadır?

Hacı Bektaş Veli, Horasan?ın Nişapur kentinde 1209 ya da 1210 ta­rihinde doğmuştur. Bazı kaynaklar değişik doğum tarihleri vermiş olsalar da Hacı Bektaş Veli?nin yaşamından çıkartılan en mantıklı tarih bunu göstermektedir. Babasının adı İbrahim olup, 7. İmam Musa Ka­zım?a dayandınlan soyu Seyitlikle belgelenmektedir. Hacı Bektaş?ın anasının adı Hatem Hatun?dur. Hacı Bektaş?la ilgili bilinen en önemli kaynak Vilayetname?dir. Vilayetname, Hacı Bektaş?ın efsanevi yaşa­mına daha çok yer vermektedir. Hacı Bektaş?ın ölümü sonrası sevenle­rinden Uzun Firdevsi tarafından yazıldığını sandığımız Vilayetname?den de yola çıkarak bu büyük pirin yaşamının gerçek gizlerini bulmaktayız. Vilayetname­ler?de Hacı Bektaş?ın soyunun Musa Kazım?la birlikte geldiği yazıl­maktadır. Hz. Muhammed?in kızından torunları olan Musa Kazım na­sıl oluyor da, bir Türk büyüğü olan Hacı Bektaş Veli ile soyda birleşi­yor. Konumuz açısından da önemli olan bu konu çok tartışılıyor.

Emevi-Abbasi çizgisini ve bu hanedanlık devletlerinin sosyal yapı­sını bilmeden doğrulan bulmamız güçleşir. Bilindiği gibi Musa Kazım, Hz. Ali?nin oğullarından İmam Hüseyin?in, Zeynel Abidin, Muham­med Bakır ve Musa-ı Kazım?dan devam eden bir akrabalık ilişkisi ku­rulmuştur. Bu akrabalığın kurulması ve ispatının gösterilmesi için Emevi halifelerinin, Abbasi halifelerinin imamlar üzerinde yaptıkları katliam hareketlerini bilmek gerekmektedir.

Emeviler zamanında Türklerle karşılaşan, 725 yılından başlayarak 775 yılına kadar adım adım Müslümanlaşan Türkler, İslam?ın muhale­fet cephesinde, Ali yandaşlığı safında yer aldılar. Emevi yöneticilerin­ce katledilen İmamlar Türkler?e sığındı ve onlarca saklanarak nesille­rinin tükenmesini önlendi. Bu ara evliliklerden doğan akrabalıklar kurul­du. Bu akrabalıklardan Seyyitler ortaya çıktı. Seyitlik, İmam Hüseyin soyundan gelenlere verilen addır. Ve Anadolu?da seyitler oldukça fazladır. Ve babadan oğla geçen dedelik kurumunun kendisidir.

Hacı Bektaş?ın soyunun dayandırıldığı 7. İmam Musa-ı Kazım, Ab­basi halifelerinden Harun Reşid?in emriyle 786 tarihinde zehirletilerek yaşamına kıyılmıştır. Musa Kazım?ın oğullarından Seyit Mükerrem Mücap, Horasan?da uzun süre oturdu. Hatta Hacı Bektaş Veli?nin Ana­dolu?ya göçmesine kadar olan süre içerisinde babası Seyyit İbrahim Sani bu topraklardan ayrılmadı. Hacı Bektaş kardeşi Menteş ile birlik­te Anadolu?ya Moğol baskısı sonucu gelmiş, hatta Babailer hareketine katılan Menteş, burada 1239 tarihinde Baba İlyas ile birlikte idam edil­miştir. Hacı Bektaş bu süre zarfında bir sure ortalarda görünmeden kendisine barınma ve örgütlenme, çevre toplama fırsatı bularak Göre­me yakınlarında Suluca karahöyük?e yerleşmiştir. Hacı Bektaş ?in yer­leştiği bu verimli Orta Anadolu toprakları Türkmen nüfusunun yoğun olduğu bir bölge olmakla birlikte Hıristiyanlığın önemli yerleşim  niteliğindeki bir bölgedir.

Biz, yine Hacı Bektaş?ın Horasan cephesine dönerek, onun gençli­ği ve yaşamıyla ilgili bilgileri sürdürelim.

Horasan?da ünlü tasavvufçu Ahmet Yesevi?nin kurduğu okul yo­luyla Anadolu?ya taşınmış bulunan Türk kültür yapısı, tasav­vufun  Piri Ahmet Yesevi?den halifesi ve ölümünün ardından Yesevi tek­kesine postnişin ve öğretmen olarak yerleşen Lokman Perende Hacı Bektaş?ın öğretmeni olarak tanıtılır, Lokman Perende, Hacı Bektaş?ın eğitimiyle ve yetiştirilmesiyle bizzat ilgilenmiştir.

Bazı kaynaklar her ne kadar Hacı Bektaş?ı Hoca Ahmet Yesevi?nin öğrencisi olduğunu söylüyorlarsa da bu gerçeği yansıtmıyor. Çünkü Ahmet Yesevi?nin ölüm tarihi 1167, Hacı Bektaş?ın doğum tarihi 1209?dur. Her ikisinin doğum ve ölüm tarihleri arasında 42 yıllık bir fark var. Menkıbeler de bu doğrultuda bilgi kaydetmiş olsa da, menkıbeleri doğrultusunda yetişmiş olan Hacı Bektaş?ın, bu görüşleriyle Anadolu?ya geldiği çeşitli kaynaklarca belirtilmektedir. Doğru­dan Ahmet Yesevi öğrencisi olmak yerine Yesevi?nin öğrencisi bulu­nan Lokman Perende?nin öğrencisi olması, dolayısıyla Yesevi?nin gö­rüşlerini bu pirden öğrendiği bilgisi daha gerçekçidir.

Hacı Bektaş, Anadolu?ya gelmeden önce Kerbela, Necef, Bağdat?a uğrayarak Ehlibet makamlarını ziyaret ederek Anadolu?ya gelmiştir. Anadolu?da önce Elbistan, Tarsus, Bozüyük, Muğla?ya geçtiğini hatta Konya?da Mevlana ile görüştükten sonra Kırşehir?e yerleştiğini yazar­lar. ?Hacı Bektaş Veli Konya ?ya uğramış, Mevlana ile görüşmüştür. Devletin resmi dilinin Farsça olmaması. Mevlana?nın Farsça yazışı, onu Türkçülerin toplandığı Kırşehir?e sevk etmiştir. 0 zaman Kırşe­hir?de Aşıkpaşa ?nın Türkçe hutbe okuduğu biliniyor.?[3]

Hacı Bektaş?ın Horasan yaşamı hakkında kesin bilgiler bulunma­makla birlikte onun ölümünden tahminen yüz yıl sonra yazıldığı sanı­lan Vilayetname?de abartılmış, Hünkarı yüceltmek için verilmiş birçok efsanevi bilgiler vardır. Bu bilgiler ışığından yararlanarak, onun tarihi kişiliği konusunda ip uçları bulmaktayız. Mevlana ile aşağı yukarı yaşdaş olarak görülmektedir. Konya?da Mevlana ile görüşmüş olması hem Vilayetname?de hem de Mevlana konusunda detaylı bilgiler içe­ren Eflaki?nin Menakıbul Arifin adlı yapıtında görülmektedir. Ahmet Eflaki her ne kadar Türklüğü ve Hacı Bektaşı aşağılar biçimde anlat­mış olsa da bu iki pir haklarındaki ilişkileri anlatması bakımından son derece yararlı bir yapıttır. Ancak Mevlana ile görüşmesinin ardından Sultanların yaşadığı Konya, Hacı Bektaş?ı sıkar. Kendisini, Türkmen­lerin yaşadığı kırsal kesimde gösterir.

Baba İlyas?ın torunlarından Aşık Paşaoğlu?nun Aşıkpaşa Tari­hi?nde Hacı Bektaş Veli ile ilgili bilgiler vermektedir. ?Evvela doğru Sıvas ?a geldiler. 0 zaman da Baba İlyas gelmiş Anadolu ?da oturur ol­muştu. Meğer onu görme isteğiyle gelmişler. Onun dahi hikayesi çok­tur. Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle birlikte Sıvas?a, Sıvas?dan da Baba İl­yas?a geldiler. Oradan Kırşehir?e, Kırşehir?den Kayseri?ye geldiler.?[4]

Yine Anadolu topraklarına Moğol baskısı sonucu kaçarak gelen Baba İlyas, Amasya Çit Köyü?ne yerleşmiştir. Aşık Paşaoğlu Tarihi, Baba İlyas konusunda yine şu bilgileri veriyor. ?Ben fakir Derviş Ah­met Aşıkıyım. Babam Şeyh Yahya, onun babası Şeyh Selman, onun ba­bası Aşık Paşa, onun babası Muhlis Paşa, onun babası da zamanın kutbu Baba İlyas?tır ki Şeyh Ebul Vefa?nın halifesidir.?[5]

Bu bilgilerden açıkça görülüyor ki, Hacı Bektaş, Anadolu?ya gel­meden önce Baba İlyas?ın adını duymuş, ya da Horasan?dan tanımak­tadır. Belki de Horasan Okulu?nda Baba İlyas?ın halifesi olan Ebul Ve­fa da hem Ahmet Yesevi hem de Lokman Perende ilişkileri vardır. Ba­ba İlyas?ın Ebul Vefa?nın halifesi oluşu, Anadolu?da yerleşmesi sonu­cu da Hacı Bektaş?ın doğrudan doğruya Ebul Vefa?nın halifesi olan Baba İlyas?a gitmiş olması hem Ahmet Yesevi, hem de Ebul Vefa ilişkilerini pekiştirmektedir.

Hacı Bektaş?ın Anadolu?ya gelişi pek de parlak bir döneme rastla­mamaktadır. Çünkü Anadolu toprakları yer yer kargaşalıklarla çalka­lanmakta, Selçuklu sultanlarının atadıkları Türk olmayan, Türkmen halka ters düşen vezirleri zevk ve sefasındaydılar. Bu vezirler devlet idaresine öylesine hakimdirler ki, sultanların bile bu vezirlerinin çizgi­sinden çıkmaları imkansızdı. Ülkede üretim yapan halkın sırtına binen bu parazitler takımı, yoksulu soymaktan adeta zevk almaktaydılar. Vergiler sürekli artırılmaktadır. Halk, kendisine ağır gelen bu vergi yü­künden kurtulamamaktadır. Vezirlerin, yöre beyleri de bu vergiden pay aldıklarından dolayı halka zulüm etmekten çekinmektedir.

Halkın kültür yapısı devlet yönetiminin kültür yapısına uymamak­tadır. Kırsal kesimlerde göçer halde yaşayan Türkmenler, çobanlık, bağcılık, bahçecilik işleriyle uğraşmaktadır.Hacı Bektaş, Anadolu?da bunları görmüştür. Ancak kısa bir süre sonra bu kötü koşullar bir isyanla noktalanır, Babailer İsyanı. Babailer İsyanı ?na katılıp katılmadığı konusunda kesin kanıtlar olmamakla bir­likte kardeşi Menteş?in bu isyanla birlikte idam edildiği bilinmektedir. İsyan sonrası nerelerde bulunduğu, nasıl yaşadığı konusunda kesin bil­giler bulunmamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Suluca Karahöyük?e yer­leşmesine bu bölgenin Hıristiyanlık merkezlerine çok yakın olduğu­dur.  

Akla en yatkın bir mantık ise Hacı Bektaş?ın isyan sonrasında bir süre Hıristiyanlar arasında saklandığı, özellikle Sinosis köyünde Hı­ristiyanlanlarla sonraki ilişkileri ve Müslüman Hıristiyan demeden bü­tün halkın kendisini sevdiği, Sinosis?in ise Suluca Karahöyük?e çok yakın olması bu ihtimali kuvvetlendiriyor.

Alevilik üzerine çalışmalar yapan Etem Ruhi Fığlalı, Hacı Bektaş konusunda şu yargıya varmaktadır. ?Hacı Bektaş ?ın iktidarların veril­mesinde ve Sultanların tacında hiç gözü yoktur. 0, bir kahramandır. Ama elinde kılıçla isyandan isyana koşan biri değil, elinde çapası ile elinin emeği ve alnının teriyle dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe yetiştiren, dolayısıyla göçebe ruhunu şehirleştirip medenileş­tiren.?[6]

Horasan cephesinde yetişen ve Anadolu gerçeğiyle de karşılaşan Hacı Bektaş ne yapmalıydı, Anadolu topraklarında? Alıp başını gitme­li miydi? Bir yerde inzivaya mı çekilmeliydi? Evlenip, ço­luk ço cuğuyla mı uğraşmalıydı? Ya da bir yere bir baş mı olmalıydı? Sultanlık sarayı hazırdı buna. Ama Hacı Bektaş Veli?nin kendisini aşan bir kültürü, yere göğe sığmayan bir yüreği vardı. Ne yapmalıydı? El­bette yapacak çok şeyler vardı ortada.

Öncelikle derlenip toparlanmalıydılar, arkadaşlarını bu doğrultuda ikna etmeliydi. Anadolu topraklarına Türk kültürü bezenmeliydi. Uy­garlıklar bu topraklara çok şeyler bırakmıştı. Bunun meyveleri de alın­malıydı.

Hünkarı ilgilendiren en önemli konu kültür konusuydu. Eğitim ko­nusuydu, dil konusuydu. İnsanların birbirlerini sevme konusuydu. Re­fah ve mutluluk konusuydu. Elbette Müslüman?dı, Türktü. Ancak bun­lardan önce yapılması gerekli olan öncelikler vardı. Bu öncelikler ara­sında eğitim ve öğretim geliyordu. ?Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır? diyordu.. ?Kadınlarınızı okııtıınuz? diyordu. ?Incinsen de incitme? diyordu. Bunları gerçekleştirmek gerekliydi. İnsan insanı sevmeliydi. Din ayırımları, ırk ayırımları da neyin nesiydi? Elbette in­sanın, toplumların bir kültürü vardı, bu kültüre sahip çıkılmalıydı. An­cak insanın tek başına yapacağı şey değildi.?

 Horasan Erenleri, Anadolu Erenleri birlik olmalıydı. Birleşip toplu­muna sahip çıkmalıydı. Onların sosyal yaşamından ibadetine, eğitimi­ne kadar her şey yeniden biçimlenmeliydi. Yeniden düzenlenmeliydi. Öyleyse ne gerekliydi? 

Anadolu Türk Okulları

Yani tekkeler Arap Fars kültürüne dayalı eğitim veren Medreseler, Türkmen toplumuna ters gelmekteydi. Toplum kendi okulunu kendisi yapacak, kendi üretip, kendisi tüketecek, kendi kendisine yetecek şe­kilde planlanmalıydı. Kara kazanlardan hakullaha kadar paylaşımdan, birlikte yeyip. birlikte yaşamaya alışana kadar, birlikte olunmalıydı.

Bir pınarın gözünden birlikte su içen, Anadolu topraklarının kültü­rünü birlikte nefeslenen Anadolu pirleri, bugünkü adıyla aydınlanmanın öncüleri, profesörler, öğretmenler grubu bir tekke etrafında birleş­meleri gerekliydi. Birleşildi, görevler ve hedefler belirlendi. Tekkeler kurulmalıydı. Burada Türk dilinden eğitim verilerek dervişler ,dedeler yetiştirilip, Anadolu topraklarına salınmalıydı.

Birlik Oldular, Toplandılar, Karar Verdiler

Ahi Evrenler, Hacı Bektaşlar, Sarı İsmailler, Abdal Musalar, Sarı Saltuklar, Geyikli Babalar, Hıdır Abdallar, Kolu Açık Hacim Sultan­lar, Taptuk Emreler....

Anadolu Türk okullarının hedefleri saptandı, yapılması gerekli ko­nular belirlendi, kısa sürede Anadolu Horasan kökenli dervişlerin yö­netimindeki okullar (tekke)la donandı. Bu tekkelere postnişin olarak atanan Dedeler, Babalar merkezi Hacı Bektaş Dergahı?na bağlı olma­sına karşın Seyitlik soyundan gelenler olması önemsendi. Her Seyyit, dede dergahına, tekkesine, okuluna kendi adını verdi.

Bu tekkelerden, 13. yüzyıldan bugünlere kadar ayakta kalmayı ba­şarabilenler vardır. Anadolu?ya yerleşen bu aydın Seyyit zümresinin etkileri yüzyıllar boyu varlığını sürdürdü. Osmanlı Devleti?nin kuruluş sürecinde bu tekke okullarının büyük rolü olmuştur. Osmanlı Devleti içerisinde hoşgörünün yayılması, yerleşmesinde bu ekol etkilidir. Hat­ta Osmanlının ilk düzenli ordusu Yeniçeri Ocağı manevi gücünü bu dergahlardan almıştı. Bektaşi tekkeleri iki kez sarsıldı. Birincisi, Yavuz Sultan Selim?in Mısır seferiyle birlikte halifeliğin Osmanlıya geçmesiyle Bektaşi dedeleri sürgün edildi. Bazı dedeler ise çeşitli ne­denlerle asıldı Ortadan kaldırıldı. İkinci bir darbe ise 1826 yılında Pa­dişah 2. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı?nın kaldırılması sürecin­de bütün Bektaşi tekkeleri kapatılırken, büyük bir bölümü binalarıyla birlikte yıktırıldı. Altmış yılı geçen tekkelere dokunulmazken, bu sü­reçten sonra yaptırılan tüm Bektaşi tekkeleri yerle bir edildi. Bektaşi tarihinin yazılı tüm kaynakları ateşe verilerek yakıldı. Açık bulunan tüm Bektaşi tekkelerinin başına Nakşi Şeyhleri atandı. Kısa sürede Bektaşiliğin temellerini oluşturan, Anadolu Türk Okulları ortadan kal­dırılmış oldu. Bütün Bektaşi tekkelerine camiler yaptırılarak öz kültür­leriyle bağları kesilmeye başlandı. Bu aşamadan sonra Bektaşi Tekke­leri hiç bir zaman belini doğrultamadı. 2. Mahmut?un torunu Padişah Abdulaziz?in, Bektaşi tarikatına geçmesi bile Bektaşiliğin yediği dar­beyi ortadan kaldıramadı.

Hacı Bektaş?ın tarihi kişiliğiyle ilgili, gerek Horasan cephesi, gerek­se Anadolu?daki bilgiler ve belgeler çok yetersizdir. Menkıbeler onun­la ilgili bilgileri bazen net olarak vermesine karşın, abartılmış ve yazan kişinin sevgisinden dolayı olduğundan çok daha farklı gösterilmiştir. Biz, Hacı Bektaş?ın tarihi kişiliğini eserlerinden çıkartmaktayız. Birin­cisi, Anadolu Türk Okullarına öncülük yapıp, Türk kültürünü canlı tut­ması, ikincisi, değişik dinlerden ve kültürlerden de etkilenerek kurdu­ğu inanç ve kültür birliğinin (dergah ve tekkeler) yüzyıllarca yoksul, umutsuz insanlara umut olmasın­dan. Hacı Bektaş, yobazlığa, hurafelere yer vermeden aydın bir ülke yaratma uğruna gerekli tekkeleri kurup yerleşmesini sağlamıştır.

Hacı Bektaş ve ekibinin hiç şüphesiz ki bazı konuların yerleşmesi­ne, bütünüyle Alevi tarikatlarını bir tarikat altında birleştirmeye ömür­leri yetmemiştir. Ancak onların yetiştirdiği Dedeler ve Dervişler Bek­taşilik adı altında bütün tarikatları birleştirmişlerdir. Her ne kadar çe­şitli adlar altında devam eden tarikatlar olmuş olsa da sonuçta yine Bektaşi tarikatıyla bağlantılı çalışmış, fikirsel birlikteliğini sürdürmüş­tür. Bunlardan bir tanesi de Hurufilik?tir ki Fazlullah Hurufi tarafından kurulan bu tarikat içerisinde Alevi Bektaşi edebiyatının ünlü isimleri de bulunmaktadır.                                  

Yüzyıllara damgasını vuran Bektaşilik, Alevilik içerisinde en fazla ayakta kalabilmiş ve diğer Alevi tarikatlarını içerisinde barındırmış bir koldur. Günümüze kadar gelmesinin altında yatan çeşitli nedenler bu­lunmaktadır. Bunların başında gelen Türk kültürünün korunması, ge­liştirilmesi ve eski geleneklere bağlı kalınması, bu bağlılıkta evrensel kültür öğelerine ters gelebilecek durumların da bulunmamasından kay­naklanmaktadır.

?Bektaşilik, Türk dilinin korunmasında değil, yayılıp gelişmesinde de büyük hizmetler görmüştür. Türk ırkından olmayan Bektaşiler bile ayin ve erkanlarında Türkçe kullanmışlar, nefeslerini Türkçe yazıp, Türkçe okumuşlardır. Daha biz latin harflerini kabul etmeden önce Ar­navut Bektaşiler Türkçe nefesler ve gülbenkleri latin harfleri ile yazıp ezberlerlerdi. Hatta bunları bastırırlardı.?[7]

Bektaşiliğe ve Aleviliğe, Anadolu Türklerinde büyük önem gös­terilmiştir. Bu kültürün korunmasında, padişaha isyan edecek kadar ileri gitmişler, Alevilerin ezeli rakibi ve kıyımcısı Yavuz Sultan Se­lim?in Arapça resmi diline karşı bakın Alevi Bektaşilerinin tepkisi na­sıl olmuştur: ?Gene Yavuz Sultan Selim, Haiıfeliği aldıktan sonra, bir ara Türkçe dilini kaldırarak Arapça?yı resmi dil olarak kabul etmek istediği zaman da buna karşı gelenler ve onu sakat düşüncesinden yaz­geçirenler arasında Bektaşi akidesine bağlı şahıslar ve kuvvetler bü­yük rol oynamıştır.?[8]

Hacı Bektaş Veli, Anadolu topraklarında kurulan Türk devlet yapı­sının Türk kültür, gelenek ve göreneklerinin uygulanmamasının ardın­dan Anadolu?ya gelen Horasan Piri adıyla anılan ve çeşitli Alevi tari­katlarına mensup kişileri bir ilke etrafında toparlamayı başarmıştır. Tabi Bektaşilik adıyla ortaya çıkan hareket bu toparlanma sırasında henüz ortaya çıkmamış, ancak Hacı Bektaş?ın ölümünün ardından bu tarikatlar yavaş yavaş Bektaşilik tarikatı içerisine girerek zamanla da bu birliktelikte ortadan kayıp olmuş, Bektaşilik oluşumunu güçlendir­mişlerdir.

Hacı Bektaş?a ait tarihi bilgiler ancak bıraktığı eserlerden, yaptığı işlerden, söylediği sözlerden çıkartılıyor. Sultanlarla ilişkileri, döne­min Veli?leriyle ilişkileri, halkla ilişkileri onun büyük bir deha olduğu,tarihi kaynaklarda yer almaktadır. Kendisi için yazılan Vilayetnameler ise ancak abartılar çıkartıldıktan sonra gerçek yaşamına ait bilgiler olarak ortaya çıkıyor.

HACI BEKTAŞ VELİ VILAYETNAMESİ?NDEN

Hacı Bektaş-ı Veli?nin, Ahmed-i Yesevi?den Fahir Cihizını Alıp Rum ülkesine Gelmesi

Doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu Ahmed-i Yesevi, Mu­hammed Hanefi soyundandır ve Seyyiddir. Sekizinci İmam Aliyy-ibn­i Musa-i-Rıza?dan icazet almıştı. Türkistan ülkesine gidip orada, Yesi şehrinde yerleşmişti. Doksan dokuz bin halifesi vardı. Bu yüzden, ken­disine, doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu derlerdi. Bilgin bir zat­tı ve kimse, karşısına çıkıp onunla bahse girişemezdi. Batın bilgisinde de ileriydi. 0 kadar zahitti ki bir an bile ibadetten geri kalmazdı. Nezir olarak ne gerekirse fukara mutfağında pişirilirdi, gelen, giden, yer içer­di. Kendisi de kaşık ve keşkül yapardı. Bir öküzü vardı, onun sırtına heybeyi koyup pazara yollardı. Bunların değerini herkes bilirdi. Ken­disine lazım olanı alan, parasını heybeye koyardı. Bir şey alıp parasını vermeyen olursa öküz, bu adamın peşini bırakmazdı. Bunu görenler, adamın, aldığına karşılık para vermediğini anlarlar, adamdan değerini alıp heybeye koyarlardı. Öküz, Tekkeye dönünce Şeyh, parayı alır, onunla ne lazımsa aldırırdı. Kerametleri pek çoktur, anlatmakla bit­mez, yazmakla tükenmez, fakat biz, birazını söyleyelim:

Bir gün, bazı kimseler, Ahmed-i Yesevi?ye iftira etmek, halk içinde onu utandırmak istediler. Gece yarısı, şehrin dışında bir öküz boğazla­dılar, sakatını, başını, ayaklarını orada bıraktılar, etini götürdüler, Tek­kenin mutfağına astılar.

Sabahleyin kalkıp aramaya koyuldular. Kestikleri yere gelip işte dediler, öküzümüzü kestikleri yer. Derken bütün şehri araştırdılar, Ah­med-i Yesevi?nin Tekkesine geldiler, orayı da aramak istediler. Şeyh izin verdi, mutfağa girdiler. Baktılar ki öküz, mutfakta asılı. Tam bu sı­rada Hace Ahmed-i Yesevi, Tanrı?ya niyaz etti. Tanrı, onları köpek şekline soktu. Ete saldırdılar, bitirinceye dek yediler, ondan sonra bir­birlerini parçalayıp öldürdüler. Şehir halkı, bunu duyup anladılar, Şeyth?e inançları arttı, o çeşit iftiralardan çekinmeye başladılar.

Horasan Erenleri, bir toplantı yapmak, Ahmed-i Yesevi?yi de davet etmek istediler. Yedi er gönderdiler. Bu yedi er, Turna şekline girip Türkistan?a uçtu.

Bu hal, Şeyhe malum oldu, halifelerine, Horasan Erenleri dedi, bir topluluk yapacaklar; bizi davet için yedi er gönderdiler. Bunlar, turna şekline girdiler, tez durun, onlar gelmeden biz karşı varalım. Hemen bunlar da turna şekline girdiler, Türkistan?dan kalkıp Semerkand sını­rında Amü denen taşkın akarsuyun üstünde Horasan Erenleriyle buluş­tular. Horasan Erenleri, Şeyh?in ayağına baş koyup siz erenlere ne ma­1um değil dediler, davete geliyoruz. Tam bu sırada Ahmed-i Yesevi, aşağıya, suya baktı. Gördü ki bir tacir, Semerkand tarafından, bunca kumaş ve davarla gelirken Horasan tarafına geçmek için Amu suyu­na girmiş. Ortasına gelince, su bunları almış, götürüyor, tacir de atın­dan düşmüş, ey iklim eretıleri ve ey ülke erleri, bizi bu sıkıntıdan kur­tarın, yarısı size adak olsun diyor. Ahmed-i Yesevi, derhal havadan, vi­latyet elini uzatıp o tacirin bütün malını Horasan tarafına çıkardı. Son­ra erenlerle yeryüzüne inip insan şekline girdiler.

Tacir, erenleri görünce hemen vardı, Ahmed-i Yesevi?nin ayakları­na kapandı. Bütün malını ikiye böldü, yarısını erenlere bağışladı. Ha­yır duasını ve himmetini alıp yola revan oldu. Şeyh, o malı alıp Horasan?a vardı. Horasan erenleri de karşı çıkıp izzet ikram ettiler. Ahmed­i Yesevi?nin emriyle o mal, mecliste harcedildi. Bir zaman sohbet ve mahabet ettiler. Sonra veda edip gene Türkistan ülkesine, Tekkesine vardı. Onun, bu çeşit kerametleri pek çoktur, isteyen Menakıb?ında okur.

Ahmed-i Yesevi?nin başında, bir zira uzunluğunda bir elifi taç vardı. Bu taç, hırka, çerağ, sofra, alem ve seccadeyle, Tanrıdan Muham­med Peygambere gelmişti. 0 da, onları erkanla Murtaza Ali?ye vermiş­ti. İmam Ali, İmam Hasan?a sunmuştu, ondan İmam Hüseyin?e değmişti. İmam Hüseyin, onları İmam Zeyn-al-Abidin?e vermişti, o, oğlu İmam Mühammed?e, o, oğlu İmam Ca?fer-al-Sadık?a, o oğlu İmam Müsa-ı-Kazım?a, o da oğlu İmam Aliyy-al-Rıza?ya tapşırmıştı. İmam Rıza, onları, doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu, Hace Ahmed-i Yesevi?ye sunmuştu. Hepsi de, Şeyh?in -Tekkesinde durdurdu, onlar, halifelerinden hiç kimseye vermemişti. Soran olursa, sahibi vardır, ge­lir derdi. Birisi gelip Şeyh?ten kisve giymek isterse, ne varsa onu giy­dirirdi. Hatta bir talip, kurban getirecek olursa onun postundan bir kü­1ah yaparlardı, onu verirdi.

Bir gün halifeler, hep toplanalım da dediler, Şeyh?ten, onları isteye­lim, birimizden birisine versin. Sabah çağı, doksan dokuz bin halife, sa­bah namazını kıldılar. Hacenin avlusu pek genişti. Hepsi seccade salıp yerli yerine oturdu. Ortaya da büyük bir ateş yakmışlardı. Duadan son­ra Şeyh, halifelerin yüzlerine baktı, gönüllerindekini anladı. Gönlünüz­de ne varsa dile getirin, söyleyin dedi. Halifeler, dileklerini söylediler. O sıralarda sadık bir muhib, darı getirmişti. Darı, meydanın bir tarafı­na yığılmıştı. Şeyh, kim dedi, bu darı çeçinin üstüne seccade salar, iki rek?at, namaz kılar, hiç bir darı yerinden kımıldamazsa o emanetler, o adamın hakkıdır; elifi taç, kendiliğinden uçar, başına konar, hırka, eg­nine gelir, çırağ uyanıp önünde dikilir, sofra varır, yayılır, alem başı­nın üstünde durur, seccade, altına döşenir. Zahmet çekmeyin, sahibi var onların, çıkar gelir şimdi.

Halifeler, bu sözleri duyunca utançlarından, başlarını yere eğdiler, şaşırıp kaldılar. Derken bir de baktılar ki birisi, selam verip, ?sabah-al ­aşk? deyip geldi, oturanları aralayıp bjr yere oturdu. Bu gelen er, Hün­kar Hacı Bektaş-ı Veli?ydi. Halifelerin, o dört alameti, o dört fahri, Ha­ce?den istedikleri, kendisine malum olmuştu. Bir an içinde Hora­san?dan kalkmış, Türkistan?a, Hace?nin tekkesine gelmişti. Hace, Hünkar?ın selamını, ayağa kalkıp aldı. Onun kalktığım gören halifeler de ayağa kalktılar. Hace, Hünkar?ı yanına aldı ve halifelere dönüp işte de­di, emanetlerin sahibi geldi. Sonra ey Horasanlı Bektaş dedi, Hacı Bek­taş?ı huzuruna çağırdı. Hünkar, ayağa kalktı, seccadeyi eline aldı, darı çeçinin yanına vardı, Bismillahi ve billahi deyip seccadeyi yaydı, üstü­ne çıkıp iki rekat namaz kıldı, bir tek darı tanesi bile yerinden kımıl­damadı.

Namazı kıldıktan sonra geçti, yerine oturdu. Elifi taç, yerinden kalktı, uçarak geldi, Bektaş?ın başına geçti. Bunu gören halifeler, bir­den salavat getirdiler. Hırka da havalanıp sırtına kondu. Çırağ, durdu­ğu yerden kalkıp uyandı, önünde durdu. Peygamberin sancağı da durduğu yerden kopup Hünkarın baş ucunda dikildi.Seccade kalkıp altına döşendi. Halifeler, bu halleri görünce eyvah dediler, bu çeşit kuv­vetli er, burada kalırsa demimiz oynamaz artık. Ahmed-i Yesevi, hatıralarından geçeni anladı.

Hacı Bektaş, o emanetleri, Ahmed-i Yesevi?ye sundu. Hace erkanı­na uygun olarak Hünkar?ı tıraş etti, emanetleri verdi, icazetini teslim etti, ya Bektaş dedi, tam olarak nasibini aldın. Müjde olsun ki kutb-al­aktablık, senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bun­dan sonra senindir. Biz, bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, ahirete gideriz. Var, seni Rum?a saldık, Sulucakaraöyük?ü sana yurt verdik, Rum Abdallarına seni baş yaptık. Rum?da gerçekler, budalalar, sarhoşlar çoktur, artık hiç bir yerde eğlenme, hemen yürü.

Hacı Bektaş-ı Veli, ertesi gün, gün doğarken Hace Ahmed-i Yese­vi?den izin alıp yola düştü. Orada bulunan erenlerden biri, ortada ya­nan ateşten bir odun alıp Rum ülkesine doğru attı, Rum?daki erenler ve gerçeklerden biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin, Rum?a er gönderdikleri, erenlere malum olsun dedi. 0 odun, dut ağacıydı, Kon­ya?da, Emir Cem Sultan?ın halifesi Hak Ahmed Sultan, dutu, Hacı Bektaş Tekkesi?nin önüne dikti. 0 ağaç, hala durur, yukarı ucu, yanık­dır.

Hünkür Hacı Bektiş-ı Veli, Türkistan?dan Rum ülkesine hareket edince önce hacca niyet etti. Yolda çöl içinde tenhaca giderken, arslan­ların sığındıkları bir yere uğradı. Oraya korkudan insanlar, adım basa­mazlardı. Hünkar, oraya varınca iki arslan, Hünkar?a doğru saldırdı. Yakınına geldikleri vakit Hünkar, başlarından kuyruklarına kadar, iki eliyle ikisini de sağızladı, ikisi de taş oldu. Öbür arslanlar, bunu görün­ce yüzlerini yere sürüp yalanmaya başladılar. 0 iki arslanın taş olduğu yer, Kürdistan?a yakındır, oralardan geçenler görürler.

Hünkar, Kürdistan?da, bir kavmin içinde bir müddet eğleşti. Orada, bir bacının, doğan oğlanını oğul edindi. 0 ilde, birçok kerametler gös­terdi. Anlatılsa söz uzar.

Bir gün, o ilde, bir toplulukla giderken bir ırmağa yaklaştılar. Irmaktaki balıklar, baş çıkarıp Hünkar?a selam verdiler. Hünkar, selam­larını alıp sağ olun da dedi, yarın, tespihinizde olun.

Bu çeşit kerametlerle o ilk kavmini, kendisine muhib etti. Şimdi o kavme Hünkarlılar derler

 Oradan kalkıp yürüdü. Necef Şahı?nı ziyaret etti, Necef?de bir müd­det kaldı, bir erbayin çıkardı. Oradan hareket etti, Beytu-Allah?a vardı, İmam Muhammed Bakır?ın seccadesi yanında üç yıl mücavir oldu. Sonra Medine?ye gitti, orda da bir erbain çıkardı ve biraz mücavir olup Kudüs?e vardı, orda da bir erbain çıkardı. Biraz mücavirlikten sonra Halep şehrine geldi, Ulucamide bir erbain çıkardı. Ulucami?in avlusu­nun ortasına bir ulu mermer direk vardı, o mermer direğin üstüne bir taş koydu, biz gelinceye dek dursun, Ahır zamanda biz gelir, indiririz dedi. Halep?den de çıkıp Davud peygamberin kabrine geldi. Orda, erenlerden birkaç kişi, Hünkar?la beraber mücavir oldu; Bir gün o eren­ler, Hünkar?a, ey kerem ehli dediler, burası yüce bir makam, burada si­zinle itikafa girelim, bir erbain çıkaralım. Hünkar, çile-i zenan mı (ka­dınların çilesi) çıkaralım dedi, çile-i merdan mı (erkeklerin çilesi)? Erenler Çile-i Zenan nedir, çile-i merdan ne dediler. Hacı Bektaş-ı Ve­Ii, çile-i zenan, kırk gün, yemeden, içmeden itikaf etmektir, bir karı da çıkrık dibinde bunu yapabilir; çile-i merdansa kırk gün, her gün bir öküz yahnisi yemek, su içmemek ve abdest bozmamak şartiyle itikafa girmektir dedi.

Erenler, bu sözü duyunca şaşırdılar, Erenler Şahı dediler, biz, söy­lediğiniz çile-i merdanı çıkaramayız, ona takatimiz yok bizim. Hünkar, makam sahibine dedi ki: Biz, çile-i merdan çıkaralım; her gün bir öküz boğazlayıp, pişirin, getirin, yiyelim. Bu erenler de çile-i zenana girsinler. Bunun üzerine o erenler, yemeden, içmeden kırk gün çile çıkardılar. Hünk0r?sa her gün, gelen öküz yahnisini yedi, bir yudumcuk su iç­medi, kırk gün, abdest de bozmadı.. Çile bitince erenler, Hünkar?ın eli­ne, ayağına düştüler, duasını, himmetini aldılar.

Bundan sonra Hünkar, Rum ülkesine yürüdü. Elbistan?da Ashüb-ı Kehf mağarasına uğradı. Orada da bir erbain çıkardı, Kayseri?ye doğ­ru yola çıktı.

Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Rum ülkesine yaklaşınca mana alemin­den Rum erenlerine, esselamü aleyküm Rüm?daki erenler ve kardeşler diye selim verdi. Bu sırada Rum ülkesinde, elliyedi bin Rum ereni, sohbette, meclisteydi. Rum?un gözcüsü de Karaca Ahmed?di.

Hünkar?ın selam verdiği, Fatıma Bacı?ya malum oldu. Bu kadın, Sivrihisar?da, Seyyid Nureddin?in kızıydı, henüz evlenmemişti, meclisteki erenlere yemek pişirmedeydi. Karaca Ahmed de Seyyid Nured­in?in müridiydi. Fatma Bacı, ayağa kalkıp Hünkar?ın bulunduğu ta­rafa döndü, elini göğsüne koydu, üç kere aleykümesselüın dedi, yerine oturdu.

Meclistekiler, bu hali görünce, kimin selamını aldın dediler. Fatıma Bacı, Rum ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun sela­mını alıyoruz dedi. Erenler, dediğin er, nerden geliyor dediler. Fatıma Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt-Allah taraflarından geliyor.

Erenler, ne yapmalı ki dediler, Rum ülkesine girmesin. Rum ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhib eder, artık  Rum?da bize oyun kalmaz. Birşey yapalım da Rum ülkesine sokmayalım. Ba­rası, kanat kanata gerelim, arş altında Sidre?ye dek yolu keselim, Ru­m?a girmesin dedi. Hepsi, bu tedbiri uygun buldu, vilayet kanatlarını birbirine çattılar, yol bağladılar.

Hacı Bektaş-ı Veli, Rum sınırına varınca yolun bağlanmış olduğu­nu gördü, Bismillah ve billah dedi, vilayetle bir sıçradı, ulu arşın tava­nına yetişti. Melekler, elifi tacille karşıladılar, merhaba dediler, safa geldin ey Peygamberin evladı Hacı Bektaş-ı Veli.

Hünkar, oradan bir güvercin şekline girdi, uçarak doğruca Sulucaka­raöyük?e indi, bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gö­mülür gibi taşa gömüldü. Rum erenlerine bir heybettir düştü, o erin ül­keye gittiğini anladılar, yolunu bağlayamadık dediler. Karaca Ah­med?e, sen dediler, Rum ülkesinin gözcüsüsün, bir bak bakalım, ülke­ye girmiş mi? Karaca Ahmed, bir müddet murakabeye vardı, sonra ba­şını kaldırdı, Rum ülkesini baştan başa gözden geçirdim, her maklük, eşiyle oturmada; yalnız Sulucakaraöyük?de güvercin şekline girmiş bir var, yalnız oturuyor; onu görünce içime bir dehşet düştü; olsa olsa odur dedi. Rum erenleri, birisi doğan şekline girse de gidip onu avla­saydı. İçlerinde, Bayezid Sultan?ın halifelerinden Hacı Doğrul adında birisi vardı, Irak?dan Rum ülkesine gelmişti. Ayağa kalkıp izninizle dedi, ben gideyim. Hemen doğan şekline girip uçtu. Gördü ki Suluca­karaöyük?de, bir taş üstünde bir güvercin var. Olanca heybetiyle süzülüp üstüne inerken Hacı Bektaş insan şekline girdi, elini uzattı, doğanı tutup öylesine sıktı ki Hacı Doğrul?un aklı başından gitti. Hünkar,elinden bırakınca bir zaman yattı, aklı başına gelince kalktı, gördü ki Hünkar?ın yanında. Hemen ayağa kalkıp peymançeye durdu, özür di­ledi. Sonra Hünkar?ın eline ayağına düştü, kem bizden, kerem sizden dedi. Hünkar, ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık onun şekline gelirdik. Hacı Doğ­rul?un kisvesini tekbir edip başına giydirdi. Hacı Doğrul, Hünkarım de­di, bizden ve soyumuzdan ne kadar dişi ve erkek olursa hepsi de size ve size uyanlara nezrimiz olsun.

Hacı Bektaş, Hacı Doğrul dedi, şimdi dön, geldiğin meclise var, erenlere gördüğünü anlat, onları buraya çağır, hepsine selam söyle, sonra da onlarla beraber tekrar yanımıza gel. Hacı Doğrul, kalkıp Rum erenlerinin yanına vardı, işi anlattı ve onları davet ettiğini söyledi.

Elli yedi bin Rum ereni, ne diye ayağına gidecekmişiz dediler, sözü­nü tutmadılar. Hepsi yer yerine gitti. Bu hal, Hacı Bektaş?a malum ol­du. Oturduğu yerden bir üfürdü, çırağları dinlendi, üç gün, bir rivayet­te kırk gün çırağlarını uyaramadılar. Aynı zamanda parmağıyla bir işa­ret etti, altlarından seccadeleri kayboldu. Sonucu, bir yere toplanıp Hünkar?ın yanına gitmeyi kararlaştırdılar. Huzuruna varıp elini öptüler, gördüler ki seccadeleri, kendi topluluklarında nasıl serilmişse aynı tertibe göre Hünkar?ın huzurunda serilmiş. Her biri, kendi seccadesine oturdu. Özür dilediler ve konuşmaya başladılar. Hünkar?dan, soyunu, mürşidini, kimden nasip aldığını, nerden geldiğini sordular. Hünkar, Horasan Erenlerindenim dedi. Aslım Muhammed soyundan; Türkis­tan?dan geliyorum; İbrahim-al-Sani diye tanınan Seyyid Muham­med?in oğluyum. Seyyid Muhammed, Müsa-ı-Sani, o, İbrahim Mucüb oğludur, onun babası da İmam Müsa-ı-Kazım?dır. Mürşidim doksan ­dokuz bin Türkistan Pirlerinin ulusu Sultan Hace Ahmed-i Yesevi?dir. Meşrebim, Muhammed Ali?dendir, nasibim Tanrı?dan.

Hünkar, bu sözleri söyleyince erenler, delil istediler. Hünkar, Ah­med-i Yesevi?nin verdiği icazet-nameyi çıkarmak isterken birde bak­tılar ki gökyüzünden duman gibi bir şey inmede. İne ine Hünkar?ın önüne geldi. Bu, bir yeşil fermandı. Yeşil sahife üstüne ak yazıyle bes­meleden sonra icazeti yazılıydı. Okuyup anladılar, hiç bir şüpheleri kalmadı. Hepsi kalkıp birer birer Hünkarın önüne geldiler. Hünkar,

Rum erenleri, Hünkar?a müridlerinden ona mürid verdiler. Hün­kar? in adını Ihtırımcı koydular. Hünkar, bütün tavlalardan boşanan, bi­zim tavlamızda eğlensin, fakat bizim tavlamızdan boşanana hiç bir yer­de eğlenecek yer bulunmasın, kaşınacak tırnak dahi bulunmasın dedi.

Rum erenleri, makamlarına.gitmek için izin istediler. Hünkar, her-birine bir nasip sundu. Karaca Ahmed?e, Sultan Hace Ahmed-i Yese­vi, bize bir dev vermişti. 0 vakitten beri bize hizmet eder, onu, sana ar­mağan verdik, artık size hizmet etsin, ölümünüzden sonra da mezarını­zı beklesin dedi. Erenler, izin alıp makamlarına gittiler.

HACI BEKTAŞ SULUCAKARAHÖYÜK?TE

Çepni boyunun ulularından Yunus Mukri adlı birisi vardı. Bilgin, üstün, olgun ve hafızdı. Çepni boyundan -ayrılıp Karahöyük?ün yakı­nında Mikail adlı bir yere gelip yerleşmişti. Kayı ile Karahöyük?ün arası, iki mil kadardı.

Karahöyük?ü, Sultan Aliyüddin?in Yunt bendesi mamur etmişti. Çepni boyunun ulularından Gevherveş da üç komşusuyla bu Yunt-ben­de?yi Sulucakaraöyük?e getirmişti. Yunt-bende. orda öldü, oranın me­zarlığına gömüldü.

O vakit, o civarda bilgin olarak yalnız Yunus Mukri vardı. Hatta Gevherveş?in yakınlarından biri ölmüştü. Yunus Mukri de tesadüf bu ya, evinde yoktu, bir iş için bir yere gitmişti. Ölüyü üç gün gömmedi­ler. Nihayet Yunus Mukri geldi de ölü gömüldü. Gevherveş, bunun üzerine Yunus Mukri?ye yalvardı, biz, siz olmadan bir iş yapamıyoruz, lütfet de burada bizimle otur dedi. Yunus Mukri, Gevherveş?in bu söz­leri üzerine Konya?ya gitti, Sultan Alüyyüddin?e kendisini tanıttı, Su­lucakarahöyük?ü yurt olarak vermesini istedi. Sultan Aliyyüddin, ora­sını Yunus Mukri?ye yurt olarak verdi. Yunus Mukri beratını alıp kö­ye geldi, yerleşti, bir müddet sonra da öldü.

Yunus Mukri?nin, Abrahim, Süleyman, Saru ve İdris adında dört oğlu kaldı. İdris, babası gibi bilgin ve üstün bir kişiydi. Saru da okumuştu,

fakat ikisi, okuma yazma bilmezdi. İdris?in, Ahiret Hatunların­dan bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendi­sini sayıp ağırlarlar, Kadıncık diye hitap ederlerdi. Yunus Mukri?nin ölümünden sonra oğulları. evleriyle barklarıyla Kayı?dan göçüp Sulu­cakaraöyük?e geldiler.

Bir gece, Kadıncık belinleyip uykusundan uyanık. İdris, sebebini sorunca Kadıncık, acayip bir rüya gördüm dedi, Sen, bilgin kişisin, bir yor bakalım. İdris, ne rüya gördün deyince Kadıncık anlatmaya başladı:   -

Ondört gecelik dulunay, eteğimden koynuma girdi. Yakamdan çık­mak istedi, yakamı tuttum. Yenimden çıkmak istedi, yeninıi tuttum. Bu sefer, eteğimden çıkmak istedi, oturdum, yere kapandım, derken belin­leyip uyandım.

Idris, Kadıncık dedi, Güneş peygamberdir, Ay eren. Senden bir ço­cuk dünyaya gelecek, erenlerden olacak. 0 vakte kadar da Kadıncık?ın çocuğu olmamıştı.

Bu rüya üstüne bir hayli zaman geçti. Bir gün Kadıncık, bazı kadın­larla beraber çamaşır yıkamaya, kaynak başına gitmişti. Benden Hacı Bektaş, belirip çıkageldi. Başında kızıl tac, elinde Arabistan kerrake­si vardı. Çamaşır yıkayan kadınlara, bacılar dedi, karnımız aç, Tanrı rı­zası için yiyecek bir şeyiniz varsa verseniz. Kadınlar, derviş dediler, burada yemek ne gezer ki sana verelim. Kadıncık, hemen kalkıp koştu, evine vardı, bir parça ekmeğin içine yağ koydu, getirip Hünkar?a ver­di. Hacı Bektaş, artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin dedi. Oradan kal­kıp doğruca Sulucakaraöyük mescidine vardı. Mescide girip oturdu. 0 vakitten bu ana değin o mescidin damını, damını yenilemediler, öyle­ce durur.

ÇIRAĞIMIZ KIRKBUDAK?DAN UYANDI

Yedi iklim dört köşeyi dolandım

Hiink0r Hacı Bektaş pirim hu deyü

İndim eşiğine niyaz eyledim

Hünkar Hacı Bektaş Pirim hu deyü

 

Vardım kapısına sanduka nurdan

Eşiğine yüzüm sürdüm hakinden

Destur aldım ben gül yüzlü pirimden

Hünkar Hacı Bektaş Pirim hü deyü

 

Balım Sultan sayvan kurmuş oturur

Feriştehler her hizmetin yetirir

Yedi iklim dört köşeden götürür

Hünkar Hacı Bektaş Pirim hu deyü

 

Meydanda oturan mertlerin merdi

Her sabah okunur erenler virdi

Hak Muhammed Ali pirimin ceddi

HünkAr Hacı Bektaş Pirim hu deyü

 

Hak?dan geldi yeşil ferman göründü

Rüm?un erlerine cümle okundu

KARACA AHMED SULTAN bendesi oldu

Hünkftr Hacı Bektaş Piriın hu deyü

 

SERSEM ALİ vardı pire dayandı

Çırağımız Kırkbudak?dan uyanık

Mürşid olan her bir renge boyandı

Hünkar Hacı Bektaş Pirim hu deyü.

(Sersem Ali Baba öl. M. 1569?

  

YÜCEDIR, ULUDUR, TÜRK?TÜR SOYUMUZ

Horasan erleri, Türk serverleri

Hacı Bektaş Veli ocağındanız

Hakikat ilmini n Hak rehberleri

Sultan Seyyid Ali bucağındanız.

 

Balım Sultan bizim rehnümümızdır

Abdal Musa Sultan pişivamızdır

Kaygusuz Sultan da muktedamızdır

Selman, Kanber, Ali uşşakındanız.

 

Yücedir, uludur, Türk ?tür soyumuz

Hacim Sultan Şaka çıkar yolumuz

Sarı İsmaille, Saltuk ulumuz

Karaca Ahmed Veli uşağındanız.

 

Kara Donlu Can?dır türbedarımız

Resul Yusuf Bali şehsüvarımız

Emrem Sultan, Kazak hemvarımız

Hızır Laİa BaIi burçağındanız.

 

Rüm erleri, hepsi sertacımızdır

Mürşidin didarı mi?racımızdır

Ana Bacı bizim öz bacımızdır

Sultan Mürsel bali yasağmndanız -

 

İskenderle Otman Baba ş0hımız

Seyyid Haşim Baba hem penahımız

Muhammed Ali?ye vanr rahımız

Hilmi Dede?m köktür, biz sakındanız.

 

Atand?ır FAlıirA Şüh-ı Horasan

İmam Musa Kazım ceddindir sultan

Muhammed Ali?nin izinde olan

Düldülüz, Mi?rac?ın Burak?ındanız.

(Yusuf Fakir Baba, M.l884 doğ.)


[1] KÖPRÜLÜ, Fuat, İlk Mutasavvıflar s.207-209

[2] OCAK, A.Yaşar, Bektaşilik, İslam Ansiklopedisi cilt 5, s.337 Diyanet yay.

[3] TARIM, Cevdet hakkı; Kırşehir Tarihi s.42

[4] Aşıkpaşaoğlu tarihi, s.221,222

[5] age.s,3

[6] FIGLALI, Ethem Ruhi: Türkiye?de Alevilik Bektaşilik s.148

[7] SERTOĞLU, Murat: Bektaşilik Nedir? Başak yay. S.73

[8] Age.s,74