Balkanlarda Bektaşilik
Balkan coğrafyası Osmanlı açısından nasıl önemliyse bugüne baktığımızda Alevi Bektaşilik açısından önemi ve etkisi görülmektedir.
Bu içerik 10 Nisan 2017 01:01 tarihinde eklendi ve 8.694 kez okundu
BALKANLAR’DA BEKTAŞİLİK ALEVİLİK
Gülağ ÖZ
Balkan coğrafyası Osmanlı açısından nasıl önemliyse bugüne baktığımızda Alevi Bektaşilik açısından önemi ve etkisi görülmektedir. Çünkü o coğrafyayı Osmanlı Türk yurdu yapılmasında Alevi- Bektaşi erenlerinin rolünün ne kadar önemli olduğunu rahatlıkla görmekteyiz. Osmanlı devletinin kuruluş sürecinde erenlerin rolü sadece manevi destekle değil, bizzat hem devlet kuruluşuna katılmak hem de bizzat sultanla birlikte savaşlarda yer alıp başarı göstermekle de var olmuştur. O nedenle de padişahlar tarafından onlara hem yurtluk hem dergah kurmak amacıyla arazi verilerek korunmuş ve desteklenmiştir. Ayrıca onlara vergi muafiyatı getirilmiştir.
Erenlerin bu anlamdaki rolü balkanlarda da kendini göstermiştir. O bölgenin yurt edilmesinde babaların kurdukları dergâhlar ve yöre halkıyla ilişkilerinin bağının ne kadar güçlü olduğu ortadadır.
Erenlerin Balkan yerleşimine katkıları kadar bu bölgelerde kültür ve sanatın gelişmesine de o kadar katkıları olmuştur. Bugün bile bu bölgede Türk dilinin yaşıyor olmasının nedenleri de erenlerin kurmuş olduklar dergahların işlevleri nedeniyledir.
Önemi bakımından bazı baba dervişlerin kurmuş oldukları dergâhlar hale canlılığını korumaktadır. 1263 tarihinde Balkanlara gelen ilk eren olarak Sarı Saltık bilinir. Ardından Akyazılı-Demir Baba, Seyit Ali Sultan bunların başında gelir. 1500 lerde Macaristan seferinde Gül Baba’yı unutmamak gerekmektedir. Biz bu bildirimizde balkanların Osmanlı yurdu yapılmasında katkı sağlayan bazı erenlerden kısaca söz edeceğiz.
Sarı Saltık
Osmanlı devletinin kuruluşunda ve bu geleneği Balkanlara taşımada öncü erenlerinden birisi ve en önemlisi kuşkusuz Sarı Saltık’tır.
“On üçüncü yüzyılın ikinci yarısında Türk-İslam tarihi sayfalarına bir veli adı, altın harflerle yazıldı. Veliliği yalnız Müslümanlarca değil, Hıristiyanlarca da kabul edilmiş olan bu büyük insan, dini haysiyetiyle kahramanlığı bağrında birleştirmiş, Türk hakimiyetinin ulaştığı her yerde adına türbeler, makamlar, tekkeler yapılmıştır. Bu kahramanlar evliyası, Yahya Kemal’in,
Geldik bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan
Bir bir diyarı Rum ‘a dağıldık Sakarya ‘dan
diye anlattığı insandı. “[1]
Sarı Saltuk menkıbelerde en çok anlatılan pirlerden birisidir. Menkıbeler öylesine çok söylenmiş, yazıya geçirilmiştir ki, onun tarihsel kimliğini geri plana atmaya yetmiştir.
Bu büyük Türkmen babasının tarihi kişiliğini yine bir araştırmacımızın görüşlerinden sürdürelim. “Türk şeyhleri her olanakta kimi yerlere giderek onları Türk kültürünce aydınlatmaya çalıştılar. Azerbaycan ‘dan Erdebil şeyhi Safiyüddin müritleriyle Kıpçak iline ve Kırım ‘a gitti. Anadolu’dan Sarı Saltuk 1263 ‘de 120 evlik Türkmen topluluğuyla Kırım ve Dobruca’ya yerleşti. Sarı Saltuk, Akşehirli’dir. Azerbaycan ve Dobruca yoluyla (Belki de bu yolu izleyen Alaaddin Keykubat yanında) Hwıbalık ve Karakurum ‘a gitmiş, sonra dönüp gelerek Dobruca ‘da halkı aydınlatmaya çalışmıştır.”[2]
Ahmet Yesevi ‘nin torunlarından olduğunu belirten büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi yazdığı seyahatnamelerin bazı ciltlerinde Sarı Saltuk’dan söz ediyor. Evliya Çelebi, Sarı Saltuk’u Anadolu’ya atası Yesevi ‘nin gönderdiğini belirterek, “Ahmet Yesevi, Sarı Saltuk lakabıyla tanınan Muhammed Buhari’yi tahta kılıcını kuşatarak 700 kişiyle Hacı Bektaş‘a yardıma gönderiyor. Sarı Saltuk ‘a şu öğüdü veriyor. Saltuk Muhammed’in, Bektaş’ım seni Rum ‘a göndersin Leh diyarında delalet ayin olan Sarı Saltuk suretine girip, ol melunu bir tahta kılıçla katleyle, Makedonya Dobruca ‘da Yedi Krallık yerde nam ve şan sahibi ol.”[3]
Evliya Çelebi’nin menkıbeyi anlatımı her ne kadar tam gerçeği yansıtmasa da Sarı Saltuk, Hacı Bektaş ve Yesevi bağlantısını, fıkirsel ilişkisini vermesi bakımından önemlidir. Yoksa 1166 tarihinde öldüğü bilinen Ahmet Yesevi ile 1200’lü yıllarda yaşamış San Saltuk ve Hacı Bektaş’ın birbirlerini tanıması, görmesi, gerçeği yansıtmıyor. Menkıbelerde her zaman olduğu gibi tarihsel çelişkiler iç içe bulunmaktadır. Gözlerden kaçmayacak bir gerçek Sarı Saltuk’un bir Horasan Ereni olarak Anadolu’ya 13. yüzyılın ortalarında geldiği, Anadolu’da diğer arkadaşları gibi Türk kültürünün yayılmasını, yeşermesini, hoşgörüsünün benimsetilmesini, barış ve kardeşlik ortamında tüm insanların mutlu olması yönünde çalışmasıdır.
Türk kültürünün en doruk noktası olarak bilinen Beylikler dönemi hiç kuşkusuz ki, bu Anadolu Abdalları aracılığıyladır. Anadolu’da kurulan tekke ve zaviyeler öylesine çoğalmıştır ki, bu tekkelerde yetişen pirler ve Horasan öncüleri Anadolu’nun dışına taşınmaya başlamışlardır. Balkanlara ve daha batıya doğru yönelerek oralarda tekke ve zaviyelerini kurarak Türk-Rafızi-Kızılbaş bilincinin hem oluşumuna katkı sağlamışlar, hem de buralarda bu fikirlerin öncülüğü ve örgütçüsü olmuşlardır.
Sarı Saltuk da Türkmen-Kızılbaş kültürünü Anadolu dışına taşıyan pirlerin en büyüklerindendir. Köprülü, içlerinde Sarı Saltuk’un da bulunduğu bu erenler zümresinin faaliyetleri konusunda şunları söylüyor. “Sınırlarda yine alp-erenler, yani cihatla uğraşan dervişler yetişiyor da. 0 kadar ki, siyasi merkeziyetin bozulması, Anadolu’nun derin bir anarşi içinde kalması ve bu karışıklıklar arasında tasavvuf perdesi altında bir takım batini ayaklanmalarının meydana çıkması bile onu engelleyemiyordu. “5
Sarı Saltuk ismi ölümünden yıllar sonra bile Osmanlı topraklarında anılır olmuş. Unutulamamış, Osmanlı sultanları gittikleri her seferde onun ismiyle karşılaşır olmuşlar. İnsanların bedenleri yerine gönüllerini kazanan.San Saltuk, bu gönül kazanımlarının bu kadar büyüyeceğini, Avrupa topraklarında bu derece tutacağını belki de hesaba katmamıştı bile.
Sarı Saltuk. Bir menkıbede, İstanbul’un kuşatıldığı ama henüz alınamadığı dönemde Fatih devamlı düşünür, Istanbul’u alabilmenin formüllerini kafasında kurarmış. Bir gün bir rüya görür, kızıl saçlı, iri yarı, elinde bastonlu birisi karşısındadır. Karşısındaki kızıl saçlı, ona “Ben Sarı Saltuk’um” der. Ardından Istanbul’un anahtarlarını Sultan Mehmet’e teslim eder. Anahtarlardan birisinin Edirne’de kalacağını da söylemeyi unutmaz.
İstanbul’un kuşatılması sırasında Edirne’de bulunan Cem Sultan’ın kulağına da hep Sarı Saltuk fısıldanır. Genç Şehzade’nin içini kemiren bu zat kimdir? Araştırılması ve adına da bir kitap yazılmasını Ebul Hayri Rumi adlı birisini görevlendirir. Ebul Hayri Rumi, topladığı bilgileri birleştirerek Saltukname adıyla bir eser ortaya koyar.
Diğer evliyalar gibi Sarı Saltuk’un da tarihi bilgilerden yoksun olduğu görülmektedir. Fakat Sarı Saltuk’un menkıbesi onun tarihi kişiliğini ortaya çıkarmaya yarayacak birçok ipucu da vermektedir.
Saltukname’de yer alan menkıbeye göre ise Sarı Saltuk’un 99 yıl yaşadığını abartılı bir dille anlatırken bunun da diğer menkıbeler gibi tarihsel gerçeğe dayandırılması güç olmaktadır.
Şeyhlere, pirlere özellikle Rum Abdalları adıyla anılan batıni tasavvufçulara çok önem veren Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan 11. Bayazıt Kızılbaş Türkmenleri, kazanma yoluna gitmiş,bunu eylemleriyle de kanıtlamasını bilmiştir. Yine bir harabe halinde bulunan Sarı Saltuk’un tekkesini ve türbesini en güzel ve çağın gerekleri neyi istiyorsa. o şekilde Dobruca’da yaptırmıştır. Bunu yaptırırken de Seyit Battal Gazi’nin tekke ve türbesinin bir benzerini Dobruca’da bulunan Baba Dağı’na yaptırmıştır.
San Saltuk’un Horasan pirlerinin en büyüklerinden olduğu Rafizi ve Batini düşünceler taşıdığını, Anadolu ve Rumeli Aleviliğinin oluşumunda onun harcının büyük olduğunu kanıtlayacak birçok belge vardır. Onun katı bir Arap-Emevi Müslümanı gibi gösterme umarları beşunadır. 0, Anadolu pirlerinin olduğu kadar Müslümandır. Batınidir, Kızılbaştır, Rafizidir, Hetorotox’dur.
Fuat Köprülü’ye göre Sarı Saltuk’un mahiyetindeki Türkler Çepnilerdir. Hacı Bektaş Velayetnameesi’ne göre Çepniler ve Sarı Saltuk, Hacı Bektaş’ın ilk müritleridir. Hatta bu iki şahıs arasındaki münasebeti Claude Cahen daha da ileri götürerek “Sarı Saltuk, Hacı Bektaş’ın akrabasıdır.”[4]demektedir.
Sarı Saltuk’un tekkesi ve türbesinin Dobruca, Babadağı’nda olmasına karşın. Anadolu ve Balkanlar’da adına yapılmış birçok makamı vardır. Bunların bulunduğu bölge ve yerler şöyledir:
Anadolu’da:
Tunceli - Hozat, Akören Köyü
Diyarbakır - Kent Merkezi
Bor - Merkez
İznik - Merkez
İstanbul - Rumeli Feneri İçinde
Babaeski (Bulgaristan)
Mostar - Yugoslavya
Ohri - Makedonya
Balkanlar’da:
Dobruca - Babadağ
Pes - Yugoslavya
Bivania - Isveç
Pezevina - Bohemya
Moskova 15
OTMAN BABA
Otan Baba ismi Balkanlarda tanındığı gibi Anadolu’da iyi bilinir. Yaşadığı yüzyılda Türk dilinin Türkçenin babası olarak tanınır. O Türk dilini Oğuz dili diye adlandırır ve buna sıkı sıkıya bağlıdır.
Oğuz dilin söylerdi. Gayri dil konuşanı hiç görmez Bre Yörükoğlu kendi öz dilini bırakıp, gayri dil kullanmak ayıbı neden? diye azarlardı. Oğuz dilin öğren, nasıl ki Horasan Erenlerini cümle alemin baştacı ise, Oğuz dili de cümle dillerin atasıdır. Bizim desteğimiz Oğuz dili konuşanadır. Yad illerde yitmemek için tek dayanağımız Oğuz dilidir.[5]
Otman Baba’nın doğumu konusunda yeterli bilgi bulunmamasına karşın 1478 de öldüğüne dair kayıtlar bulunmaktadır. O’nun öğrencileri Pirin görüşlerini çok yerlere yaymışlar ve çeşitli dergahlar kurarak yaşatmaya çalışmışlardır.[6]
Onun takipçilerinde en tanınmışlardan birisi de Eskişehir Seyit Gazi’de dergahı bulunan Seyit Süceaddin Velidir. Onunla ilgili velayetnamede şu bilgiler yer almaktadır.
“Şüca Baba çağdaşıdır. Ol dahi Oğuz dili kullanırdı. Edirne hakimi kendisini devrin padişahı Fatih Sultan Mehmet’e şikayet etti. Padişah Baba ile konuştu, ne konuştu? bilinmez. Yalnızca dedi ki bu yiğit Oğuzumun bir oğludur. Cümle zafer ona müyesser ola.”[7]
“Otman Baba Bektaşidir. Hacı Bektaş’daki pir evinde hizmet etmiştir. Orada aşçı baba ile keramet yarışı yaparlarken aralarında bir gürültü çıkmış diye bir söylenti varsa da bu aşamaya gelmiş olanların kavga etmelerine akıl ermez ve bu söylenti doğrudur denemez.”6 Velayetname hakkında bir makale yazan Hasan Fehmi Bey’in Hacı Bektaş Veli ile Otman Baba’nın ilgisiz oluşuna ve bunun uydurma olduğuna değinerek yukarıdaki satırları kitabına alan Bedri Noyan, bu konulardaki çalışmaları hem güvenilir hem de kaynaksız ve desteksiz atılmaz demekle yetiniyoruz. Bedri Noyan, Muhtar Yahya Dağlı’dan şöyle bir alıntı yapıyor: “Mezarı Edirne Hasköy ılıcalan yanındadır. Üzerine Malkoçoğulları tarafindan kubbeli bir bina yapılmıştır. İkinci Beyazıt’ta kurşunla örtülü bir Asitane yaptırmıştır. Evvelce Edirne halkı her yıl yüzlerce arabalarla gelip ılıcalarda eğlenir, sonra Otman Baba Asitanesi ‘ne giderlerdi.[8]
Biz onu velayet nameden takip edelim
Bir gün Edirne Kalesi içinde bir mahya cemiyeti kurulmuştu. Otman Baba ile abdalları da davet edilmişlerdi. Abdalların tamamı bu mahyaya katılmışlardı. Otman Baba, tekkeden dışarı çıkınca, bazı abdalların orada olmadığını gördü. Otman Baba buna çok kızdı. Abdalların bir çoğu ortada yoktu. Eline aldığı değneği ile, mahyada bulunan dervişleri ve halkı dağıttı.
Daha sonra da kendi derviş ve abdallarını önüne katarak Bileyan Baba Tekkesi’ne götürdü. Birkaç gün bu tekkede kaldı. Halktan pek çok insan Otman Baba’yı görmeye geliyordu. Otman Baba, bu gelenlerden pek hoşlanmazdı[9]
AKYAZILI SULTAN
Kimi kaynaklar onu Horasan’dan gelen, Ahmet Yesevi’nin halifelerinden gösterirken, kimi kaynaklar da XVl yy. da yaşamış olduğunu yazarlar. Bilinen gerçek şudur ki, kendisi Hacı Bektaş Veli ardalarından oluşudur. Otman Baba’nın yol evladı olarak bilinir. Asıl adı İbrahim’dir. Akyazılı İbrahim diye söylenir. Otman Baba’nın hakka yürümesinin ardından onun yerine posta geçmiştir. Akyazılı Sultan’ın tekkesi hakkında Melikoff şu bilgileri veriyor “Varna ‘nın kuzeyinde, Alberia yakınındaki Batova ‘da bu gün kü Obroçişte ‘de halen ziyaret edilen ve eski bir Bektaşi tekkesi olan Akyazılı Baba dergahı gibi, başkaları da vardır. Ziyaret ettiğim velinin mezarı üzerinde ve eski meydan evinin yanındaki yaşlı dut ağacının üstünde, henüz yeni erimiş mum kalıntıları vardı. Halen eski bir inanışın tanıkları olan kurdela ve bez parçaları bağlanmıştır”[10]
Akyazılı’nın Tekkesi’nin şimdiki Bulgaristan toprakları içerisinde Varna’nın kuzeyinde Balçık yakınında bulunduğu bilinmektedir.
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesine göre, Akyazılı İbrahim Baba, Ahmet Yesevi tarikatından olup, Hacı Bektaş ile birlikte Anadolu topraklarına ayak bastığını söyler. Bunu bazı olaylara bağlayarak bir de menkıbe anlatır. Zaten bu tür durumlarda menkıbeler olmadan Horasan Erenleri hakkında bilgi edinmemiz olanaklı değildir. Bedri Noyan’da bir kopyasının bulunduğu Demir Baba Vilayetnamesi’ne dayanarak şu menkıbeye yer vermektedir. “Hacı adlı bir dervişinin onu sırtında taşıdığı, Demir Baba ‘nın bu hacının oğlu olup, sonradan Akyazılı Sultan ‘ın postuna geçtiği anlatılmaktadır[11]
Alevi felsefesinin yedi ulu ozanlarından birisi olan Yemin’de ardası olduğu, Akyazılı Sultan ile ilgili tarihi bilgileri hiç bir menkıbeye dayanmadan şiirlerinde ne güzel anlatmaktadır.
Sekizyüz seksen üç olunca hicret
Feni dünyadan ol şah itti rıhlet
Hüsam Şah idi ismiyle o sultan
Gani Baba der idi bazı insan
Nişandır kisveti Seb-al mesani
Anın yerine kutboldu çü Sani
Resulün hicretinden anla ahir
Dokuzyüz birinci de oldu zahir
Ki şimdi aleme ol kutb gelübdür
Adı Akyazılı sultan olubdur[12]
Yemi’nin şiirinden de anlaşıldığı gibi Evliya Çelebi’nin vermiş olduğu menkıbe namedeki bilgilerden daha farklı bir zamanda yaşıyor Akyazılı Sultan Baba. Yine Yemini’nin şiirinde ölümünün ardından on sekiz yıl sonra müritleri tarafından Otman Baba Sultan’ın postuna Akyazılı oturtuluyor. Yemini’nin bir Hurufi olması ve bu felsefenin Bektaşiliğe çok yakın olması, zamanla da Bektaşiliğin içinde kendisini buluyor. Aleviliğin kolları olan bu tarikatlar 13. yy.da birçok kolda iken bu gün bu tarikatlar Bektaşilik içinde erimiştir.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Akyazılının her ne kadar Horasan’dan gelerek Anadolu’ya yerleştiğini söylemiş olsa da onun yüz yaşın çok üstünde öldüğünü II. Murat dönemine kadar yaşadığını (1421-1451) söylerken yine Akyazılı’nın Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde de fetihlere katıldığını anlatmaktadır.
Akyazılı Sultan hangi dönemde yaşamış olursa olsun, sonuçta eylemlerinde bir şey değişmiyor. Onun tekkesinin Bulgaristan sınırları içindeki Varna’nın kuzeyinde Hasköy’de bulunduğu bir gerçektir. Akyazılı bu bölgelerde salt Türk toplumuna ve Türkmenlere hizmet edip, onların hayırlarını kazanmış değildir. O’nun Hıristiyan ve başka dinlerden kimselerle de iyi ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir.
Akyazılı Hıristiyanlarca da Aya atanaş adıyla ziyaret edilmektedir.Hasluck türbe üzerindeki yarım ay yerine bir Bulgar papaz tarafından Haç takıldığını haber vermektedir.Bektaşiler,Akyazılı’yı dem dedikleri Rakıyı icat eden, yahut nasib alacak kişinin ahlakını anlamak için muhabbet dedikleri sazlı sohbet meclislerine bir mehenk olmak üzere, sokan kimse olarak kabul edilir.”[13]
Dergahla ilgili Bedri Noyan şunları yazıyor “Burası oldukça harabedir. Fakat yine de örkemli, etkili bir havası var. Çatısı kalmamış, Dergahın düzgün kare şekilleri veren kalın demir parmaklı giriş kapısı var. Kapı yukarısındaki dikdörtgen şeklindeki kitabenin yeri oyuk olarak duruyor. Kitabe yerinde yok.
Meydan evi bölümü yedi köşelidir. Dört penceresi olan meydan evinin içerisi yirmi metre karedir.
Dergahın giriş kapısının karşısında geniş bir ocak ve üzerinde kubbe şeklinde davlumbaz bölümü ile bir minare beden şekil ve yüksekliğinde büyük bir bacası vardır. Ocağın iki yanında birer dolap yeri vardır; Aşevi gereçlerini koymak için kullanıldığı sanılıyor.” [14]
Eskiyerek harabe olmuş dergah binası konusunda yabancı yazar ve gezginler çok şey anlatmaktadırlar. Hatta bir Fransız yazar bu ünlü Türk dergahını l828’lerde gezerek burasını Rus ordularının ateşe vererek yaktığını acı bir dille anlatmaktadır.
Demir Baba :
Balkan topraklarında adından sıkça söz edilen erenlerden bir tanesi Demir baba'dır. Varna ve Rusçuk yakınlarındaki Deliorman bölgesinde onun adı adeta efsaneleşmiştir. Tekkesi Bulgar- Rumen sınırında ve bugün Bulgaristan topraklarında kalmaktadır.
Velayetname'nin bildirdiğine göre Demir Baba güçlü kuvvetli pehlivan yapılıdır. Savaşlarda korkusuzca düşmanı alt eder. Bulunduğu Deliorman çevresinde bugün bile Bektaşi toplukları yaşamını koruyorsa bunda Demir Baba'nın rollü büyüktür.
Akyazılı Sultan hakka yürümeden önce dergah postunu Demir Baba'ya emanet eder. O bakımdan Demir Baba hiç bir zaman Akyazılı'nın yolundan sapmamış, onu yaşadığı sürece mürşitlik makamında anmayı ihmal etmemiştir.
" Bulgarlar, Demir Baba Sultân yatırını Bulgar devleti kurucularından Asparuh (veyâ Omurtugı adlı birisine ayıt olduğunu iddia ederek Tekke ve diğer tesisleriyle birlikte, ele geçirmek istemişler. İş Mahkemeye düşmüş. O zaman Romanya tarafında bulunan eski bir Bektâşi zâttan bu vilâyet-nâme getirtilerek mahkeye gösterilmiş, bunun yardımı ile yatırın Demir Baba adlı bir Türk azizine ayıt olduğu isbât ve mahkemece kabul edilerek Yatır ve diğer te'sislere el konulmakdan vazgeçilmiştir"[15]
Demir Baba Tekkesi'nin bulunduğu Deliorman, Osmanlı'nın Rumeli Eyaleti olan Bulgaristan'ın Kuzeydoğu kesiminde, Rusçuk ile Varna arasında bir bölgedir. Kuzeyi'nde Tuna nehri, batısında Razgrad, güneyinde Şumnu, Yeni pazar ve Pravadi kasabaları, doğusunda Dobruca havalisinde bulunmaktadır. Deliorman ahalisi, hemen hemen tamamen Türk'tü. Arada çok seyrek de olsa Bulgar köyleri vardı. Birçok köylerde, yalnızca birer hane Bulgar dükkâncı bulunurdu. Deliorman'daki Türkler, dükkâncılık yapmazdı. "Sen terazi tutma da kim tutarsa tutsun" derlerdi.” Bu kul hakkından çok korkmalarından ileri gelirdi.
Söylenceye göre, Demir Baba mezarını kendisi yapmıştır. Halk arasında söylenenler: Demir Baba’nın Tatar ülkesine, Moldovya’ya Macaristan’a giderek birçok savaşlara katıldığı, Viyana savaşından dönüşte Budin Kalesi yanından geçtiği ve gelip şimdi türbenin bulunduğu yere yerleştiği şeklindedir, bunun için kesin tarih yoktur, bugüne kadar bu türbenin esrarı bir türlü çözülemiyor. Kimisi burasının eskiden beri kutsal bir yer (ayazma) olduğunu iddia ediyor, dayandıkları: Tırnova’da bulunan bir yazıda “Pliska (İlk başkent Pliska-Aboba) ile Tuna nehrinin tam ortasında suyu bol, sarp kayalıklar arasında doğal bir kal’a gibi yer olduğunu..” bildirmektedir. Türbenin iç avlu kapısı üzerindeki 2×0.9 m. taşın bir lahit olduğunu kanıtlamaktadır.[16]
Seyit Ali Sultan Kızıldeli
Gerek Anadolu Alevililiği gerekse Balkan Bektaşiliği açısından Seyit Ali Sultan’ın önemi büyüktür. Bugün günümüzde Alevi ozanları bile şiirlerinde Seyit Ali, başka bir isimle Kızıldeli yansıtılmadan yapılamaz.. Anadolu insanı dualarında, gülbanklarında Kızıl Deli adını mutlak olarak kullanırlar. Osmanlı tarihlerinde Kızıldeli adına sıkça rastlanır. Seyit Ali, Kızıldeli bugün Balkanlarda yaygın olarak bilinir.
Kızıl Deli Sultan’a ait birçok söylence ve menkıbeler anlatılır. Anlatılan menkıbelerden birisi şöyle özetlenir. Dimetoka’da dergahını kurmuş olduğu Karadeniz Nehri kenarında uzun müddet kalmış, burada talipleri çoğalmış, hatta doksan yaşlarına kadar burada mekan tuttuğu söylenir. Burada bulunduğu sürece de evlenmiş, evlendiğinde doksan yaşlarında imiş, bu evlilikten Balım Sultan dünyaya gelmiş. Balım Sultan’ın annesi Bulgar kızıymış.
Yine bir söylentiden edinilen bilgiye göre Hz. Muhammed’i rüyasında gören Kızıl Deli Sultan, bu rüyada Hz. Muhammed direktif vererek onu Hacı Bektaş Veli’ye göndermiş, Hacı Bektaş Veli ise kendisini hemen Bursa’ya Sultan Orhan’a göndermiş. Kızıl Deli Sultan, Orhan’ın yanında savaşa katılmış, büyük kahramanlıklar göstermiştir. Gösterdiği kahramanlıklar sayesinde fethedilen yerleri Kızıl Deli Sultan ve arkadaşlarına bağışlayan Sultan Orhan, Kızıl Deli ve arkadaşlarına büyük ilgi göstermiştir.[17]
O’nun asıl adı Seyit Ali olmasına karşın bugün kullanılan ismi, Dimedoke yakınlarından geçen Kızıldeli ırmağından alır. Horasanlı Ataoğlu’’nun evladı olduğu bazı kayıtlarda sıkça yer alır. Seyit Ali daha çok gelenekte yaşar. Velayetnamesinde yer alan bir anlatım şöyledir. Kırklar adı verilen kırk arkadaşıyla ibadet ederken rüyada Hz. Muhammed’i görür. Muhammed ona şöyle seslenir. Kırk arkadaşınla birlikte Anadolu’ya geçerek Sultan Orhan’a yardım et der. Horasan’dan kalkıp Anadolu’da Sultan Orhan’a gelirler.Sultan Orhan onlara görev verir. Böylece sultanın katıldığı savaşlara[18] katılırlar. Velayetnamenin bir başka yerinde de Seyit Ali kırk kişinin komutanı olmuş, savaş sırasında Sultan Orhan ordunun sol kanadında, Sarıca Paşa ortada, kırklarla Süleyman Paşa sağ kanatta yer almış olup, Çanakkale boğazını rahatlıkla geçerek Gelibolu’yu fethedip balkanlara rahatlıkla geçmişler.[19]
Velayetnamede şöyle anlkatılır
Kırklar toplanup mekan aşarak bir demde Hünkar Hacı Bektaş Veli dergahına ayak basarlar. Hünkara baş koyup olayı dile getirirler. Hünkar bunlara hizmet gösterir, üç günde bu hizmetler tamam olup hepsini huzuruna alır. Önce Seyyid Ali Sultanı onlara baş eder. Emir Sultanı Sancakdar, Seyyit Rüstenı Gazi’yi Kadıasker, Abdüssamed Fakı’yı imam, Seyyid Zali’yi saka, Seyyid Ahmedi kılavuz tayin eder. Diğer dördüne “Kus-u Halili” verir, otuzaltısı’na da Kılınç kuşatıp “himmet-i tanı ve erkanı temam ile” ile Yıldırım Han’a yollar.
Bir sabah vakti bunlar Yıldırım Han’a varırlar, Han bunları karşılar. Hepsinin başında keçeden taçlar, kalın yünden yeşil sarıklı, hepsi servi boylu, nur yüzlü. Hele içlerinde bir tanesi boylu-poslu, buğday renkli, yay gibi kaşlı, uzun kirpikli, bir elinde kitap vardır. Bu, Seyyid Rüstem Gazi’dir. Yıldırım Han ona aşık olur, kucaklaşırlar. Cümlesi lokma yerler, konuşurlar, birbirine söylerler. Bir divan kurulur. Seyyid Rüstem Gazi: “padişah sol kola, Paşa orta kola geçsin, bizler Süleyman Paşa ile sağ kola katılub Boğaz Purgazı (o zaman Bolayır Boğaz Purğazı derlerdi) taraflarına yürüyelim”, der.
Yola çıkılır, Yıldırım sol kolda Yedi kala, Sarıca Paşa orta kol, üç kala alır. Seyyid Ali Sultan, sağ kolda yürüyüp Çardak (Çanakkale ilinde) önüne konar. Gemiciler kendilerini karşıya geçirende, kaçarlar. Seyyid Ali Sultan denize biraz kum saçar, bir bölük deniz kumluk olur. Bunu görünce gemiciler döner, bunları alırlar. Topluluk Gelibolu’ya varır. Bir nara ile hayli kafir helak olur, kalanlar korkudan şehri teslim ederler. Seyyid Rüstem Gazi’nin Gelibolu’da kalması ve beytülmale ait hisseyi ayırması hakkında, yine Hz. Muhammed’in bir düş’te verdiği buyruk üzerine, Yıldırım bir name yazdırub bazı hediyelerle birlikte Karataban adlı adamıyla yollar. Seyyid Rüstem Gazi emir alır, hediyeleri fukaraya sadaka verir ve yine Hz. Muhammed’in düşte verdiği buyruk ile, her beş tutsaktan birini ve her tutsak için beş akçeyi beyt-ül-mal için ayırır.
Seyyid Ali Sultan kuş urdurub Purğaz (Bolayır)a yürürler. Oraya yakın bir yerde birkaç aşık kılık değiştirib kal’aya yaklaşırlar. Oralardan üç kafir esir ederler, Seyyid Ali Sultan’a getirirler. 0 sırada, erenler, daha önce yakaladıkları bir kafiri-diğerlerine korku verdirme içine şişe geçirib kebab diye ateş kenarında çevirirlermiş. Yeni tutulan üç kafir bunu görünce feryad ederler, “Bunlar adam yiyici imiş”, derler. Seyyid Ali Sultan’ın gizli buyruğu ile bu üç kafire göz yumulur ve bir dolan ile kaçmaları sağlanır. Onlar hem kurtulduklarına sevinir hem de kal’a halkına durumu haber verirler. Hepsi, “Bu gelenler insan yer imiş” diye korkularından kal’ayı terke hazırlanırlar. Seyyid Ali Sultan bu sırada kal’aya varır, zabteder. Tutulub sonra kaçırtılan üç kafir Seyyid Ali Sultan’a gelir ve İslam olurlar. Akrabaları için de kerem idüb bağışlanmasını yalvarırlar. Seyyid Ali Sultan “Bul, ayır” dir. Onlar da akrabalarını tutsaklar içinden bulup ayırırlar. Onlar da imana gelir. Fakat Seyyid Ali Sultan’ın sözü yüzünden oranın adı artık Bolayır olur.
Bu arada Süleyman Paşa şehid olur, O’nu orada defnederler.
Oradan Kayak ovasına konarlar. Orada su yoktur, Emir Sultan elindeki değneği yere saplar. oradan su çıkar. Fakat Seyyid Ali Sultan, böyle tiz davranışından, ona kırılır. Emir Sultan’