Anasayfa
Hüseyin Gazi Dergahı
Hüseyin Gazi Derneği
Hüseyin Gazi Vakfı
Yazarlarımız
Etkinliklerimiz
Yayınlarımız
Alevi Öğretisi
Bektaşi Fıkraları
Sempozyumlar
Ozanlarımız
Arama
Ziyaretçi Defteri
İletişim
Yol Dergisi
yol.jpg
Gazete Manşetleri
Hürriyet Sabah Milliyet
Star Cumhuriyet Radikal
Yeni Şafak Türkiye Vatan
Akşam Zaman Posta
Saat
alevi.jpg
ALEVİ İNANCININ KAYNAĞI OLARAK BEKTAŞİ FIKRALARI / ALİ YILDIRIM PDF Yazdır E-posta
ALEVÎ ÖĞRETİSİNİN KAYNAĞI OLARAK

 

BEKTAŞÎ FIKRALARI

Alevilik Anadolu?nun binlerce yıllık öz ve özgün inancıdır.

Alevi inanç ve ibadetleri Ortadoğu kökenli dinlerden tümüyle farklı kaynaktan doğduğu izin onlarla ortak özellikler göstermez.

FIKRALARIN KAYNAK DEĞERİ

Alevi - Bektaşiliği anlamada, kavramada, yerli yerine oturtmada ne yazık ki yeterli yazılı kaynaklara sahip değiliz. Aleviliğin tarihsel değeri ve gelişimini analiz etmemize yarayacak yazılı metinler yok denecek kadar azdır. Bu kaynak yokluğunun bir boyutu Alevi inancının yolunun kendi muhalif karakterinden kaynaklanmaktadır. Merkezi Osmanlı otoritesi ile sürekli bir ihtilaf içerisinde olan yoksul Anadolu insanının inancı alevilik gizlilik/muhaliflik koşullarında kendi değerlerini yazıya geçirecek olanaklara sahip olamamıştır. Yüzyıllar boyunca süren eylemlilik hali. merkezi resmi inancın egemenliğindeki öğretim kurumları olan medreselerden zorunlu olarak uzak kalış (ya da medreselerin dışında kalış) çok büyük bir kesiminin okuma-yazma bilmemesi sonucunu doğurmuştur.

Yazı-öğretim bir yerleşiklik, bir güven ister, iktidarla belli bir mesafede durmayı /uyuşmayı, bir birlikteliği gerektirir. Kendi tebası ile sürekli bir iç savaş içerisinde bulunan Osmanlı'nın tebasına bu fırsatı vermediği bir gerçektir. Merkezi yerleşim yerlerinde yer alamayan. Aleviler ulaşım olanaklarının, yolların uzağında, dağ başlarında, yaylalarda ormanlık alanlarda konumlanmalardır. Bu insanlar gerek inançları gerekse üretim sürecindeki konumlan gereği büyük şehirlerde barınma imkanı bulama­mışlardır. Gerek kendini korumak gerekse merkezde yer alamamak nedenleriyle Anadolu insanının "ulema" yetiştirmesi sözkonusu olmamıştır. Bundan dolayıdır ki Alevinin aydını da kendisine benzeyecektir. Osmanlının ulemasına benzeyen uleması olamaz. Osmanlının şairine benzeyen şairi olamaz. Sarayın zevklerine benzeyen zevkleri, adetleri olamaz.

 

Alevi pirleri ya da Anadolu Erenleri kendi gücünü kendi etkinliğini yine kendi toplumunda bulur, yüzyılların deneyimini onlarla paylaşarak pirliğini ilan eder ve sürdürür.

 

Osmanlının uleması ona hep yabancıdır, dili ile de giyimi ile de davranışları ile de.

 

Yazılı kaynak olmadığı gibi varolduğu söylenilen ya da düşünülen kaynaklar da merkezi otoritenin gazabından kurtulamamıştır. Bektaşi dergahlarına yapılan baskınlarda, dergahların teftişi sırasında ya da yapılan ihbarlar üzerine varolan kitaplara elkonulup, yakılmış, tarumar edilmiştir. Osmanlı Şeyhü­lislamları salt kitap bulundurduğu için bu insanların katlinin vacip olduğu yönünde fetvalar vermişlerdir.

 

Kitap düşmanlığının en feci uygulandığı ve Alevi-Bektaşi yolunun belgelerine karşı tam bir düşmanlık uygulandığı özel bir tarih 1826'dır. Yeniçeri Ocağının dağıtılması bahane edilerek Bektaşi dergahlarının imhası sırasında bu dergahlarda bulunan ne kadar yazılı belge varsa zaptiyelerce yakılıp imha edilmiştir.

 

Hacı Bektaş Veli dergahı postnişini Hamdullah Çelebi'nin 1826'da Amasya'ya sürgün edilişi sırasında yanına aldığı dergah kütüphanesinde bulunan kitaplar da bu imhadan paylarını almıştır.

 

Anadolu aleviliğine ilişkin kaynak-belge bulunmamasının bu türden haklı gerekçeleri vardır.

 

Peki bu sorunun aşılabilmesinde, aleviliğin tarihsel sürecinin anlaşıla-bilmesinde ele alabileceğimiz tüm kaynak­lardan tamamen mahrum muyuz?

 

Yüzyılların baskısına direnen inanç/gelenek/yol kendi varlığını /değer­lerini gizlemeyi, yaşatmayı bir sonraki kuşaklara aktara aktara günümüze değin ulaştırmayı başarmıştır.

 

Yaşanan bir alevilik ve onun bir inancı-yolu varsa, bu yola inanca ilişkin bilgiler nasıl canlı ise bu taşımanın ve yaşatmanın bizahati kendisinin bir kaynak değeri yok mudur?

 

Kuşkusuz durum tümden de vahim değildir.

 

Yani bir Hitit kültürü, Sümer dili gibi tümüyle tarihin derinliklerinde kaybolmuş bir durum yoktur. Sözkonusu olan Alevi yolu ölen bir kültür değildir. Bugün tüm boyutları ve canlılığıyla yaşayan kültür-inanç dünü de canlan­dırmaya yetecek ipuçlarını, enerjiyi bağrında taşımaktadır.

FIKRA VE NÜKTELERİN KAYNAK DEĞERİ

 

Alevi yoluna ilişkin yazılı kaynakların bulunmayışı sorunu nasıl giderilebilir?

 

îşte burada Aleviliğin Bektaşiliğin varolan materyallerinin bilimsel bir biçimde ele alınıp değerlendirilmesi sözkonusu olacaktır.

 

Kuşkusuz bu materyallerin başında Alevi Ozanlarının deyişleri gelir.

 

Bir başka değerli kaynak ise Alevi-Bektaşi ulularına ilişkin menakıpnamelerdir.

 

Burada ele alacağımız bir başka kaynak ise BEKTAŞÎ FIKRA ve NÜKTELERİDİR.

 

Şöyle de sorulabilir, Fıkra ve Nükteler Bektaşiliği anlatıp anlamamıza olanak sağlayabilir mi?

 

Bu soruya duraksamaksızın evet diyebiliriz. Fıkra ve nükteler Bektaşiliği ortaya koyup anlatabilecek bir kaynak değerindedir.

 

Fıkra ve Nükteler Bektaşiliği tarihselliği içerisinde çeşitli yönleriyle açıklayıp tarif edecek niteliklere/özelliklere sahiptir.

 

FIKRALARIN KONUSU VE HEDEFİ

 

Toplumsal/kollektif düşünüş hangi fıkanın Bektaşi doğasına düşmesini uygun gördü ise o fıkra bektaşi fıkraları defterine yazılmıştır.

 

Bektaşi fıkralarının temel konusu Osmanlı Hanedanının egemen/resmi dinsel anlayışı olan şeriata karşı toplumsal eleştiridir. Kuşkusuz şeriat salt bir inançtan öte tüm toplumsal sisteme egemen olduğu için yani üretimden paylaşıma kadar tüm yaşam alanının tek geçerli ideolojisi olduğu için şeriat eleştirisi bir inanç eleştirisinin çok ilerisine vararak sistem eleştirisi olarak değerlendirilebilir. Bu eleştirinin katlı bir niteliği vardır diyebiliriz. Bir inanç olarak şeriat, bir idari kurum olarak şeriat, bir yargı kurumu olarak şeriat eleştirilen bu bütünlüktür.

 

İnançsal değerler bağlamında yapılan eleştirinin bile üstü kazındığında altından toplumsal gerçeklik çıkar.

 

Şeriat eleştirisi zamanla daha açık bir biçimde siyasal eleştiri boyutuna da kayarak Osmanlı'nın bozuk düzeni, toplumsal hayatta yaşanan çelişkiler ve eksiklikler halini de alarak bektaşi babasının şahsında kollektif muhalefetin sözcüsü/simgesi halini alır. Artık fıkrada siyasal eleştiri sözkonusu ise kişinin inancı değil içinde bulunduğu toplumsal /ekonomik durum onun bağlayıcı noktası haline gelir ve fıkrayı bu yönüyle sahiplenir.

 

FIKRALARIN YARATILMASI

 

Fıkralar halkın kollektif yaratma gücünün eseridirler. Bu nedenledir ki ortak yaratı olarak halkın ortak düşüncelerini ve görüşlerini yansıtırlar. Ortaya konulan eleştiriler kollektif benliğin /deneyimin ifadesidir. Halkın sözcüsüdürler.

 

Halkın ortak düşünce tutum ve davranışını temsil eden Bektaşi kendi özelinde/somutunda genelin eğilimini yansıtır.

 

Bektaşi şeriat adamlarının dogmatik, statik, sabit anlayışlarına karşı hayatında mizahi ve eleştirel bir tavır takınır.

 

Akla, mantığa, insan doğa-sına, hayata aykırı gelen düşünce ve davranış her kimden gelir ise gelsin Bektaşinin eleştirilerinden payını alır.

 

FIKRA VE NÜKTELERDEKİ YAŞAM BİÇİMİ

 

Bektaşi denen insan zarif, doğru, iyiliksever, çalışkan, benden bencillikten arınmış, tüm insanlar için yaşanılası bir dünya isteyen bir zattır. Zaten nükte söyleyebilmek için, nükteden anlayabilmek için de ince ruhlu, sanatın ve edebiyatın inceliklerinin farkına varmış olmak gerekir. Bektaşinin anlayıp, o yolun dışında kalanların kolayca farkına varamayacağı bir dil de söz konusudur. ince manalı, zarif sakalı söz söyleme üslubu Bektaşi'nin bir karakteri olmuştur.

 

Bektaşilerin nasıl yaşadıklarını, nasıl düşündüklerini, dünyaya nasıl bak­tıklarını, egemen sınıflara, hanedana, padişaha, ulemaya, hocaya, hacıya, şeriat emirlerine /hükümlerine nasıl baktıklarını, nasıl değerlendirdiklerini, onları nerelere koyduklarını en açık ve somut bir biçimde BEKTAŞÎ NÜKTELERİNDE görmek­teyiz.

 

Bu nükteler içerdikleri espiriye, insanı gülümseten özüne karşın aslında tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve her biri nice can kan pahasına ortaya çıkan birer tanıklıklardır.

 

İSLAMLA İSLAMI AŞMAK

 

ŞERİAT HÜKÜMLERİ KARŞISINDA DİNSEL ELEŞTİRİ

 

İslam?ın inanç ve ibadete ilişkin şartları karşısında Aleviler o şartları aşmak, kendi inançları ile herhangi bir ilişkisi bulunmayan o şartları inançlarına aykırı gördükleri için yerine getirmemek için İslam?la İslam?ı aşmak olarak niteleyebileceğimiz incelikli taktikler, açıklama biçimleri geliştirmek yoluna gitmişlerdir.

 

 

İSLAMIN BEŞ ŞARTI

FIKRALARDA RED EDİLİR

Açıklandığı gibi dinsel eleştiri, şeriat eleştirisi asıl olarak Osmanlı Toplumsal Düzenine yönelik bir eleştiridir. Bu eleştiri birkaç başlık altında yürür. Aslında eleştiri birtakım akla, mantığa, insan doğasına ve yaradılışına uymayan kurallara, uygulamalara, kurumlara yönelerek ortaya çıkar ama eleştirinin şiddeti din kurumunun varlık koşullarım sorgulamaya kadar varır. Kuşkusuz bu bir inançsızlık boyutuna varmaz. Ama var olanla hiç de ilgisi olmayan, insanı ve yaşanılan dünyayı esas alan bir reddiye sözkonusu olur ve bu da bambaşka bir inancın o eleştirilen inançla hiçbir ilgisi olmayan bir inancın habercisi olur.

 

Aynı topraklar üzerinde yaşanmasına karşın Şeriatın çizdiği, tasarladığı ve herkesi uydurmaya çalıştığı dünya ile Bektaşi'nin dünyası, dünyaya bakışları ve yaşayışları tümüyle ayrıdır, farklıdır.

 

Bu nedenledir ki şeriatın emir ve yasaklarının Bektaşi dünyasında hiçbir yeri yoktur, îşte bu dünyaya ve hayata iki farklı yaklaşım çok açık bir biçimde fıkra ve nüktelerde kendisini ifade eder. Bektaşi için şeriatın şartlan, onun uyulmasını zorunlu gördüğü emirler, bağnazlığın ve biçimselliğin işretleridir ve asla kabul edilemez. Bektaşilik "iyi insan olmayı? her şeyin temeli olarak gördüğü için bunun dışındaki kayıtlamalar ve zorunluluklara asla kendisini hapsetmez, işte şeriatın şartlan olarak sayılan unsurlar konusunda Bektaşinin yaklaşımı ve yorumu tümüyle farklıdır ve bu şartlar konusundaki tavrı birçok fıkra ve nükteye konu olmuştur.

 

RAMAZAN ORUCU VE BEKTAŞİLER

 

Şeriatın inanç buyruklarının "anlamsızlığı" nüktelerde dile getirilir. Bektaşilere göre eğer oruç nefsin terbiyesi ise bu terbiye yemek yememek ile gerçekleşemez.

 

Diğer yandan yoksul insanlar hep zaten açtır ve neden ayrıca da ramazanda oruç tutmaları/aç kalmaları gerekli olsun.

 

Ramazan günü yemek yediği için döğüldüğünde "onbir ay aç gezerim halimi sormazsınız, bir gün yemek yerin beni döversiniz" sözü bunu anlatır.

 

Bektaşiler öteden beri Ramazan Orucu konusunda kayıtsızdırlar. Fakat Osmanlı şeriatının tutumu ise Ramazan Orucunu tutmayanlara yönelik olarak son derece katıdır. Şeriata göre İslam?ın şartlarından biri Ramzan orucu tutmaktır.

 

Bir yabancı seyyah gözlemlerini aktarıyor:

 

"Ramazan ayında oruç tutmayan kimseler de vardı. Fakat onlar çok zaman gizlice yerler ve içerlerdi. Çünkü onlar bunu aleni olarak yaparlarsa başlan derde girerdi.

 

Ramazan ayında şarap içenler ağızlarına kızgın kurşun dökülmek sureti ile cezalandırılırlardı. Bazen de ölüme mahkum edilirlerdi. Ceza birkaç defa tatbik edilmiş, fakat şimdi oldukça azdır". (Jean Thevenot, 1655-1656'da Türkiye, İst., 1978)

 

Ramazan'da oruç tutmayanların katledilmeleri yönünde Osmanlının en yüksek dinsel otoritesi olan şeyhülislamların fetvaları vardır. Sözgelimi:

 

Şeyhülislam Ebussuud Efendi verdiği fetvalarda "Ramazan orucunun farz olduğunu inkar edip, ramazan geldiğinde oruç tutmayan kimselerin katllerininin mubah olduğunu söylemiştir". Fetvalar dinsel buyruklardır ve yargısal açıdan uyulmaları zorunludur. Zaten bir müşkülat anında sorunun dinsel açıdan çözümünün ne olduğunu ortaya konulması için istenirdi, (Bak, A.Yıldırım, Osmanlı Engizisyonu, Ankara 1986, sf. 162)

 

Şcyhülislam'ın bu ölüm emrine rağmen Bektaşilerin Ramazan Orucu tutmadığını dile getiren ve insani temellerde bunun gerekçelerini ortaya koyan onlarca Bektaşi fıkrası vardır:

 

"AÇLIKTAN HASTAYIM

 

Ramazanda oruç yiyen Bektaşi'yi yakalayıp yargılamak üzere kadının huzuruna çıkarmışlar: Kadı öfkeyle:

 

-Bre adam, demiş. Mübarek Ramazanda göz göre göre oruç yenir mi?

 

Bektaşi cevap vermiş;

 

-Ne yapayım özürüm var.

 

-Nedir özürün?

 

-Hastayım,

 

-Nerenden, ne hastasısın?

 

-Açlıktan hastayım, açlıktan!"

 

"ZORLA KAFİR ETMEK İSTİYOR­SUNUZ

 

Bir zamanlar Bektaşilerin idamına fetva çıkmış, ne kadar Bektaşi varsa ya idam edilmiş ya da sürülmüştü. (II.Mahmut'un 1826'da Bektaşi dergahlarına yönelik imha hareketi günlerinde olmalı) îşte bu nazik günlerden birinde bir Bektaşiyi Ramazanda yemek yerken yakalamışlar. Oruç yediği gerekçesiyle doğru kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı hiddetle haykırır:

 

-Bre sen kafir misin'.'

 

-Hayır Müslümanım

 

Bu cevaba büsbütün hiddetlenen kadı, yanındakilere emreder.

 

-Yıkın şu kafiri falakaya, kafirliğini söyleyinceye kadar dayak atın. Pestilini çıkarın.

 

Bu korkunç emri işiten Bektaşi,

 

-Biraz insaf edin yahu, der. Huzurunuzda bir kafir müslüman olsa ona ikram edersiniz, şimdi ben müslüman iken

 

zorla kafir etmek istiyorsunuz, bu ne biçim iş!"      

 

BİR GÜN FAZLA TUTMUŞ

 

Bir iftar davetinde bulunanlardan birine sormuşlar:

 

-Kaç gün oruç tutun?

 

-Hastalığım nedeniyle ancak bir gün tutabildim, demiş.

 

Aynı soruyu orada bulunan bir Bektaşiye sorunca, baba erenler hiç istifini bozmadan cevap vermiş:

 

-Bu arkadaş benden bir gün fazla tutmuş.

 

Bektaşi ile oğlu arasında geçen konuşmaya konu olan aşağıdaki fıkra ise, Osmanlı zulmünü ve Bektaşilerin trajik durumunu göstermesi açısından dikkate değer.

 

EKMEĞÎNİ GİZLİ YİYOR

 

Bektaşi her nasılsa Ramazan'da oruç tutmuş. Fakat öğleden sonra dayanamayarak, evin bir gizli köşesine çekilerek birşeyler atıştırmaya başlamış. Bu sırada bazı sesler duyan oğlu içeriye seslenmiş:

 

-Kim var orda?

 

Bektaşi yanıt vermiş:

 

-Baban olacak korkak heriftir. Çünkü kendi ekmeğini, çalınmış mal gibi, halktan gizli yemeye mecbur oluyor.

 

NAMAZ VE BEKTAŞİLER

 

Şeriatın şartlarından biri de namaz kılmaktır.

 

Namaz kılmamakta ölüm cezasınını gerektiren bir suç olmuştur. Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından verilen bir fetvada "Bir kişi namazı inkar edip 'inanana namaz gerekmez dese ona ne yapmak gerekir' sorusuna şeyhülislamın cevabı 'katli gerekir' şeklindedir" (A.YILDIRIM, Agy, sf. 162)

 

Bektaşilikte ise camiye gidip beş vakit namaz kılmak yoktur. Bu denli ağır yaptırıma   rağmen   Bektaşiler   kendi tutumlarında ısrar emişlerdir.

 

Bektaşilerin bu zorunlu biçimsel ibadeti reddedişini dile getiren fıkraya konu olmuştur:

 

"SİZİN SORACAĞINIZ BAKKAL BORCUDUR

 

Paşalardan biri, dostlarından bir Bektaşi ile sohbet ederken, namazdan konu açılır. Paşa sorar:

 

-Erenler, borcunuz var mı?

 

-Evet, bakkal Mehmet'e on lira borum var.

 

-Hayır öyle değil, namaz borcunu sordum, deyince Bektaşi;

 

-Onu Allah sorar, sizin soracağınız ancak bakkal borcudur! der".

 

"GÖZÜM ORASINI SEÇMİYOR

 

Bektaşi'ye sormuşlar:

 

-Niye namaz kılmıyorsun?

 

Kitabı açıp göstermiş

 

-Bak burada yazıyor, 'namaz kılmayın' diyor.

 

-iyi ama onun üstü de var 'abdestiniz kaçmışsa, namaz kılmayın' diye yazıyor.

 

Bektaşi başını sallamış:

 

-Valla benim gözüm orasını seçmiyor".

 

Bektaşi namaz kılmaz, camiden yana adımını atmaz.

 

"Bir cami hocası bir deveyi elindeki sopa ile döverek camiden çıkarır. Bunu gören erenler dayanamayarak hocaya bağırır:

 

-Vurma be hoca efendi, hayvandır ne yaptığını bilmez, bak ben adımımı atıyor muyum?"

 

O kadar da değil tabi, bazen Bektaşinin de camiye gittiği olurmuş!

 

"Bektaşi yağmurdan kaçıp kapısını açık bulduğu camiye dalmış. Bakmış

 

kimse yok, başlamış şarabını yudumlamaya.

 

içeriden sesler işiten hoca kapıdan bakınca baba erenlerin muhabbet halini görünce:

 

-Tuu utanmaz herif, diye tükürmüş.

 

Bektaşi hiç bozuntuya vermeden hocaya dönüp;

 

-Elimde önemli işim olmasaydı, ben sana camiye tükürmek nasılmış gösterirdim, demiş."

 

ŞERİATIN İÇKİ YASAĞI VE BEKTAŞİLER

 

"Ey zahit şarba eyle ihtiram,

 

insan ol terk et bu kıyl-ü kali

 

Ehline helaldir na ehle haram

 

Biz içeriz bize yoktur vebali"

 

içkiyi konu alan çok sayıda Bektaşi fıkrası vardır.

 

Şeriat anlayışı içki içmeyi bir suç olarak görür ve Hadd-i Şirb olarak adlandırır. Şeriat ulemasının ortak görüşüne göre başta şarap olmak üzere her çeşit sarhoşluk verici içkiler haram yani kesin olarak dinen yasaktır. Osmanlı bir katre şarabın içilmiş olmasını dahi suç sayarak cezalandırma yoluna gitme eğiliminde olmuştur, içki içme yasağı kanunnamelerle de düzenlenmiştir. "Eğer bir kişi hamr içse, kadı tazir ede, iki ağaca bir akçe cürm alına"

 

Kuran'ın içki içmeyi yasakladığım ileri süren şeriat uleması Allanın bu suça bir ceza öngörmemiş olmasını açıklamada zorlansalar da kendileri ceza koymaktan vazgeçmezler.

 

Osmanlı Devletinde içki yasağı konusunda çifte standartlı ve keyfiliğe dayanan bir uygulamanın varlığı görülür. Şeriat hükümleri içki içilmesini kesin bir biçmde yasaklamıştır. Kuran'da cezalandırılması öngörülen bir suç olarak içki içmenin anıldığı görülür. Osmanlıda ise içki yasağı zamana, döneme, iktidarda bulunan padişaha, diğer yüksek yöneticilerin kimliğine göre hep değişmiş, hep farklılık göstermiştir. Ne var ki hükümler şu ya da bu oranda esnese de içki içilmesi Müslümanlar için hep yasak kapsamında olmuştur. Hıristiyanlar için ise böyle br yasak sözkonusu olmamış, hıristiyanlar istanbul'un çeşitli mahallelerinde meyhaneler işletmişlerdir.

 

Osmanlı alevi bektaşileri bir müslüman unsur olarak görmüş-degerlendirmiş ve içki yasağını onların şahsında da tatbik etmeye kalkışmıştır.

 

Alevi-Bektaşi inancı ise böyle bir yasağı tarihinin hiçbir döneminde kabullenmemiş, anlamlı bulma-mıştır. Bu yasağı her fırsatta canı pahasına ihlal etmekten kaçınmamış, geri durmamıştır.

 

Macar elçilik heyetinde görevli Hans Dernschvvam istanbul izlenim-lerini anlatıyor:

 

"Türkiye'de şarap seyrek içilir. Herhangi bir kimse şarap içerse çok kötü muameleye maruz kalır, eli yüzü boyanır. Türkler memleketlerinde güzel üzüm bağlan yetiştirirler, fakat şarabım aleni olarak içemezler. "

 

Yine Osmanlının en yüksek dinsel otoritesi olan Şeyhülislam içki içenlerin katli yönünde fetvsı dahi vardır

 

Şeyhülislam Ebussuud Efendinin "şarap içerken bu ne hoş bir nesnedir diyen bir kimsenin katli gerekir" yönünde fetvası vardır.

 

"yalnız insanlar içer

 

Bir hoca baba erenlere sormuş

 

-Bre zındık, 76. suresinin 21. ayeti "rableri onlara tertemiz içecekler içirir"der, sen niye rakı içersin?

 

Baba erenler;

 

-İyi ya işte, ben pislik olmasın diye ayrılık yarasına alkol dökerim" demiş ve eklemiş "İçkiyi yalnız insanlar içer"

 

"ALLAH BİLİR

 

Dergahta dervişler bağ bozumundan sonra Baba erenlere sormuşlar

 

-Erenler, üzüm çok boldu, pestil yaptık, pekmez yaptık, şıra yaptık yine de arttı, bir yol göster, ne yapalım? Baba erenler cevaplamış;

 

-En iyisi siz onları iyice sıkın, tahta fıçılara doldurup iyice kapatın, sonra da götürün mahzene bırakın, gerisini Allah bilir. . . "

 

"AĞIZA GÖRE DEĞİŞİR

 

Bektaşi'ye sormuşlar: -Rakı helal midir, haram mıdır? Bektaşi yanıt vermiş: -Ağıza göre değişir."

 

ELBETTE MEYHANE

 

Bektaşiyi komşuları rica minnet camiye götürmüşler. Hoca başlamış vaaza:

 

-Ey cemaat bir yer vardır ki zengin, fakir, genç, ihtiyar, dertli, neşesiz, gamlı, kederli kim görse gönlü ferahlar, yüzü güler, şen mutlu çıkar. Neresidir orası bilin haklım?

 

Bektaşi yanıt vermiş,

 

-Neresi olacak, meyhane...

 

"DESENE AHRETTE DE YAŞADIK

 

Bektaşi arkadaşlarının ısrarına dayanamayıp vaaz dinlemeye gitmiş. Hoca vaazında içki içmenin bütün fenalıklarını, zararlarını sayıp dökmüş. Hatta içki içenlerin Sırat Köprüsü'nden boyunlarında dünyada içtikleri bütün içki şişeleri asılı olduğu halde geçeceklerini söylemiş. Bektaşi sormuş:

 

-Hocam, boyuna sılan şişeler boş mu olacak dolu mu?

 

Hoca durumu daha da ağırlaştırmak için:

 

-Boş olur mu, elbete dolu olacak diye cevap vermiş.

 

Bektaşi heyecanla:

 

-Hay sağolasın hoca, desene ahirette de yaşadık demiş.

 

FIKRALARIN TARİHSELLlĞİ GERÇEKLİĞİ VE GEÇERLİLİĞİ

 

Sosyal muhalefet kendisini bektaş fıkrası ile ifade eder. Fıkraları ortaya çıkaran onlarca tipik olay bileşir ve bir süzgeçten geçip en vurucu ve yalın haliyle fıkra olur. Fıkraların sosyal muhalefeti dile getirmesi, somut ferçekliğin bir ürünü olmasıdır ki yüzyıllardır ağızdan ağıza dolaşarak, kollektif illegal muhalefet metinleri olarak günümüze ulaşmıştır.

 

Toplumsal gerçekliğin bir yanına karşılık gelmeyen bir fıkranın yüzyıllarca yaşaması mümkün olabilir mi?Fıkraları yaşatan, onu bu günlere taşıyan fıkralarda insanların kendi gerçekliğini bulmasıdır. Fıkrlrın ortak gerçekliğin ifadecisi olmalarıdır.

 

Tarihin hiçbir döneminde en haşmetli padişahlara ait olaylar bile halkın dilinde yaşamamıştır. Fıkra halkın dilinde tüm canlılığı ile yaşamışsa bu onun kollektif gerçekliğin bir sonucu olduğunu açıkça kanıtlamaya yeter.

 

Bektaşi fıkra ve nükteleri tarihseldir. Her bir nüktenin oluşum süreci içeriğindeki güldürme öğesinin yanısıra onca acının eseridir.

 

Bektaşi nükteleri salt güldürmez, onda derin bir düşünme, ders, deneyim boyutu sözkonusudur.

 

Şeyhülislamların vermiş oldukları fetvalar ele alınıp değerlendirme yapıldığında bugün fıkra olarak anlatılan olayların aslında yaşanmış birer gerçeklik olduğu somut olarak görülür.

 

I."Müezzin ezan okurken Bektaşinin dönüp

 

-Bin kere de çağırsan bizden sana varacak olan yoktur" nüktesi ve sonrasında bu sözü söyleyenin başına gelenler ve

 

bunun bir nükte halini alması tarihsel bir gerçeklikten kaynaklanır.

 

BİZDEN SANA GELEN OLMAZ

 

Birkaç Alevi kasabaya inmiş. Dolaşırlarken öğlen ezanı okunmaya başlamış. Bir camideki ezan bitmeden diğer camiide başlıyor, uzadıkça uzuyormuş. Durum garibine giden Alevi başını minareye doğru çevirerek bağırmış:

 

-Değil üç beş, bin kere de çağırsan bizden sana gelen olmaz."

 

Bu olaya ilişkin Şeyhülislam Ebussuud Efendinin fetvsı şöyledir:

 

"Mesele: Zeyd, Anır-i müezzin ezan okurken :"Bin kere çağırsan, bizden sana varır yoktur" dese ne lazım gelir?

 

El Cevap: istihzadır, kafir olur, avreti baindir."

 

II."Tenha cennetten kalabalık cehennem yeğdir" nüktesi ve sözü söyleyenin başına gelenler de somuttur. Yine bir fetvadan okuyoruz:

 

"Mesele: Zeyd latife ile "Kesret-i Cennetten, tenha tamu yeğdir" dese ne lazım gelir?

 

-El Cevap: Kafir olur."

 

III. SENi GÖRÜNCE ORTALIKTA CAN MI KALIR!

 

II.Mahmut Bektaşilere yönelik yoğun bir baskıya yönelmişti.

 

Bir gün bir Bektaşi dergahını bastırır. Tüm erenler kaçıp gizlenirler. Yalnız yaşlı bir Bektaşi, kaçamayarak orada kalır.

 

II.Mahmut yaşlı Bektaşiye sorar:

 

-Erenler, canlar nerede?

 

Bektaşinin yanıtı anlamlıdır:

 

-Şevketli sultanım, seni görünce ortalıkta can mı kalır!

 

Evet fıkra diye gülümseten sözler tarihin derinliklerinde yaşanmıştır.

 

FARKLI BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

Şeritatın dar kalıpçı anlayışı karşısında, özgürlüğün, hoşgörünün, farklı düşüncenin, sıra dışının, başkal­dırışın, çizmeyi aşanın, yoldan çıkanın vb. toplumsal ve kollektif(ortak/ortaklaşmış)    muhalefeti    / muhalefet sözleri'dir Bektaşi Fıkraları. . .

 

SOYUT TANRI

 

SOMUT NARI

 

BEKTAŞÎ TANRI ÎLE SÖYLEŞÎR

 

Şeriatın şartlarına yönelik reddiye Bektaşi fıkralarının konusunu oluşurduğu gibi, şeriatın tanrı anlyışından büsbütün farklı bir tanrı anlayışı fıkralarda ifadesini bulur.

 

Bektaşi Fıkralarında deyişlerde olduğu gibi bektaşi babası tanrı ile senli benli konuşur. O'nun için tanrı korkulacak, çekinilecek, insanın üzerinde bir varlık değil ona bir arkadaş kadar yakın, sohbet edilecek; kadar dost bir konumdadır.

 

Bektaşi anlayışına göre Tanrı iyiliktir. Yeryüzündeki tüm canlı ve cansız varlıklar tanrısal bir öz taşırlar ve değerlidirler. Tanrı soyut değil somuttur.Tanrı evren bir bütündür, însan da bu bütünün bir parçasıdır. Yani insan tanrının bir yansımasıdır. O halde kutsal olan, secde edilmesi gereken varlığında tanrıdan bir parça taşıyan insandır. Tanrı ile insan arasındaki ilişki efendi kul ilişkisi değil bir bütünün parçalan olma ilişkisidir.

 

YOK DEMEYE DİLİN VARMIYOR

 

Hoca camide Allah üzerine vaaz veriyormuş.

 

-Ne yerdedir, ne göktedir, ne sağdadır, ne soldadır, ne alttadır, ne üstedir, bütün mekandan münezzehir!

 

Her nasılsa camiye gelen baba erenler bağırmış:

 

-Hoca, hoca, yok diyeceksin de dilin varmıyor!

 

Tanrı ile söyleşmenin, onu dost bilmenin sonucu tanrıya tanrı olmaktan

 

çıkarmaktır. Burada içkin bir materyalist tavır gizlidir. Kendi ile sohbet edilen tanrının artık ne tanrılığı kalabilir? Dünyada .yaşanan haksızlıkların, zulümlerin, yoksullukların hesabı ondan sorulmaz mı? Nasıl olur da hiç haketmeyen insanlar bu kadar haksızlıklara uğrarlar.

 

işte bütün bu durumlar sonrasında şeriatın biçimsel tanrı anlayışı ile eğlenmeye, onun bu tavırlarından dolayı onu soruşturmaya, sorgulamaya sıra gelir.

 

"Son derece alımlı giyimli bir kişinin "ben filan paşanın kuluyum" sözü üzerine baba erenlerin tanrıya dönüp utan be tanrılığından utan bir falan paşanın kuluna bak bir de senin kuluna bak yargısı son derece dikkate değer.

 

Bu fıkrada kulluk anlayışına oklar yöneltilirken aynı şekilde ya da asıl payını alan tanrı olmaz mı?

 

Bektaşi tanrıdan hesap sormada, onu sorgulamada bir an bile tereddüt etmez.

 

Bu durumda şeriat bektaşiyi hiç tereddüt etmeden mülhid, küafir olarak niteleyecektir. . .

 

Bektaşi şeriatın/kitabın akla mantığa uygun olmayan emirlerim yadsıyarak aklı, somutu elle tutulur gözle görülür olanı ifade eder. O'nun üstün bellediği tek şey gerçekliğin ta kendisidir, başka hiçbir güç değil.

 

Akla, gerçekliğe, mantığa hayatın kendisine aykırı ters gelen ne varsa hangi ad altında sunulursa sunulsun bektaşice kabul görmez. Tanrı buyruğu olarak sunulan, ve tartışma kabul etmeyen emirler, yargılar bektaşi tarafından ince zeka ürünü sözlerle eleştirilmekten asla geri durulmaz.

 

HER GÜN TACİZ ETMEM

 

Ramazan ayı dileklerin kabul olduğu aydır, Tanrıdan ne dilersen yerine gelir demişler. Bektaşi ikna olmaya hazır. O da gitmiş camiye, çoktan beri ödeyemediği      borcunu   ödemek   için başlamış Tanrıya seslenmeye,

 

-Yarabbi, evine ilk defa geldiğim gündür, ben bunlar gibi günde beş defa gelip seni taciz etmem. Borcumu verecek kadar para ihsan eyle bir daha gelmem demiş.

 

ÇAMURDAN YARATILAN İNSAN

 

RIZKINI VERMEDİKTEN SONRA

 

Yoksul Bektaşi derenin kıyısına oturmuş, çamurdan adamlar yaparak vakit geçiriyormuş. Yoldan geçen bir cami hocası babaya takılmak için,

 

-Kolay gelsin erenler, ne yapıyorsun?

 

Bektaşi bir yandan işine devam ederken:

 

-Adam yapıyorum, demiş.

 

Hoca hiddetlenmiş,

 

-Olur mu hiç erenler, haşa adam yapmak Allaha mahsustur.

 

Bektaşi cevabını yapıştırmış:

 

-Neden olmasın, rızkını vermedikten sonra yap yap salıver demiş.

 

FIKRALARDA ÇOĞU ZAMAN

 

DİNSELLİK BiR VESİLEDÎR

 

Asıl sorun insanın/halkın gündelik dertlerini/sorunlarını ortaya koymaktır. Eleştiriler, yergiler gözle görülür, elle tutulur somut konulara/ hedeflere yöneliktir.

 

Dünyanın haksızlıkları karşısında bunun bir kader olduğu, alınyazısı olduğu anlayışına karşı çıkmak aslında toplumsal adaletsizliğe ve eşitsizliklere karşı çıkmaktan başka birşey değildir. O nedenledir ki insanın başına gelecek herşeyin önceden tanrı tarafından belirlenmiş olduğu tüm yoksul-lukların ve eşitsizliklerin kaynağının bu olduğu anlayışı bektaşinin gözünde bir değer ifade etmez. O kader anlayışını şiddetle reddeder.

 

insanların yazgısı tanrı tarafından önceden çizildi ise, tüm bu yoksulluklar

 

karşısında tanrının adaleti hiç de yerinde değildir. Hiç de adil değildir, iki fıkrada;

 

Bektaşi çocuklara şeker dağıtırken sorar tanrı gibi mi pay edeyim, kul gibi mi diye? Çocukların Tanrı gibi demesi üzerine kimine bir kimine beş kimine onar şeker dağıtır. Çocukların itirazı üzerine, bakın etrafınıza kimi yoksul kimi varlıklı, tabi ki adil değil der ve şekerleri bu kez eşit biçimde pay eder.

 

Fıkrası ile;

 

Bektaşi meyve isteyen birine allanın yarattıklarından mı kulun yarattıklarından mı diye sorar. Allanın cevabını alınca taş armutlarından yenilmesi imkansız meyveleri getirip önüne kor. Kendinin elinde ise aşılayıp, baktığı, yetiştirdiği sulu sulu armutlar vardır. Burada insan emeğine olan saygı dile getirilir, insan eliyle harcanacak çabanın önemine vurgu yapılır, işi Allaha havale emenin kulu zorda bırakacağı anlatılır.

 

Bektaşinin insan tarafından, Tanrı adına yapılan tanrı bölüşümünün ve tanrı yaratımının yerinde ve olgun olmadığını ifade etmesi dikkate değer.

 

Eşitlik ancak insan eliyle sağlanabilir. Kader yani eşitsizlik insanın elliyle ortadan kaldırılabilir, bunun uğraşı verilmelidir.

 

Dünyadaki haksızlıkları, ada­letsizlikleri, eşitsizlikleri, "kader"e bağlayıp alın yazısı diye sineye çeken zihniyete de Bektaşi tahammül edemez.

 

Halkı bu düşünce ile kandırmağa çalışan ve böylece kendi çıkarlarını herşeyin üstünde tutmak isteyen kimseleri şiddetle eleştirir. Bektaşi böylece halka insanların meydana getirdikleri adaletsizliklerle, haksızlıklarla mücadele etmenin gereğini ifade eder.

 

Kuşkusuz bu kader anlayışı bizzat şeriatın kendisinden kaynaklanır, insanın başına ne geliyorsa iyilikte, kötülükte bu tandandır bir kuran hükmüdür! Bu hükme bakmak gerekiyor. Şeriat insanı haksızlığa, yoksulluğa, eşitsizliğe boyun eğmeye, kadere razı olmağa ikna etmeye çalışıyor. Kader tanrının bir eseri olduğuna göre ona uyulması telkininde, hatta emrinde bulunuyor. Kuşkusuz bu birtakım zulümkarların suçunu/sorumluluğunu/pay mı ortadan kaldırmaz.

 

Bektaşi şeriatın bu anlayışını şiddetle eleştirir:

 

BAŞIM GÖVDEME BAĞLI

 

Bir mecliste dini konular konuşuluyormuş. Caminin imamı hararetle;

 

-Şahsen benim başım Kuran'a bağlı, Müslümanız ve her Müslümanın başı Kurana bağlı olmalıdır diyormuş.

 

Oradakiler hep beraber hocayı onaylarken, biri dönüp konukları olan Bektaşiye sormuş:

 

-Erenler sen ne diyorsun, senin başın nereye bağlı?

 

Bektaşi hiç düşünmeden cevap vermiş,

 

-Nereye olacak, benim başım gövdeme bağlı.

 

KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ

 

SOSYAL YERGİ (HÜLLE)

 

Şeriat hülle konusunu Kuran'ın Bakara Suresinin 229. ayetinde düzenlemiştir.

 

Bakara 229'a göre"erkek boşarsa artık bundan sonra kadın başka bir kocaya varmadan kendisine helal olmaz". (Süleyman Ateş sf. 35). Yani erkeğin üç talak ile boy ol diyerek boşadığı karısı ile tekrar evlenebilmesi için kadının bir başka erkekle evlenmesi, cinsel ilişkide bulunması, karı koca gibi yaşaması gerekir. Bu başka erkekle yapılan evliliğe "hülle evliliği"deniiir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. , I, Arsel, Şeriat ve Kadın, sf. 374-376)

 

Hülle kadın için de erkek için de tiksinti verici, utan verici bir sistemdir. Ne var ki açık şeriat buyruğudur.

 

Yine akla mantığa, insani değerlere aykırı olan her bir düzenleme kimin adıyla ileri sürülürse sürülsün kabul edilemez.

 

Şeritatın bir hukuk kuralı olan, açıkça hüküm altına alınan HÜLLE konusunu bektaşi babası insan onuruyla bağdaştıramadığı için, kadını aşşağlayan ve onu erkeğe bağımlı bir meta olarak değerlendiren yaklaşımı kabullenemez ve bu ahlaksız hükmü yerden yere vurur.

 

ŞU DAMADI BÎR GECELİĞİNE BANA GÖNDERİN

 

Zengin bir adamın kızını alan şımarık bir genç, zavallıyı boşar, sonra gelir, damatlığa kabulünü istermiş. Kızın babası da kabul edermiş. Ama şeriat gereği hülle yapılımı gerekirmiş.

 

Hülle için ihtiyar bir Bektaşi'yi bulmuşlar. Baba erenler kendisine yabancı bu hülle'nin ne menem bir şey olduğunu sormuş? Şeriat gereği eşlerin yeniden nikahlanabilmek için kızın bir başkasıyla nikahlanması ve koynunda bir gece geçirmesi emrini anlatıp,

 

-Bunun için sizi uygun gördük demişler.

 

Bektaşi sakalını sıvazlamış,

 

-Erenler demiş, benim anladığıma göre bu bir ceza, öyleyse neden o şımarık oğlan çekmiyor da kızın başı yakılıyor? Siz en iyisi mi bir geceliğine şu damadı bana göndersenize.

 

Bektaşilikte kadın erkek eşitliği temeldir. Bu fıkralara da yansır:

 

ASLANIN DİŞİSİ OLMAZ MI

 

Bektaşi babasını yemeğe çağırmışlar. Sofrada ufak ufak demlenilmeye başlanılmış. Ev sahibi çakırkeyf olunca, oğlunu yanına çağırıp başlamış "aslanım benim, aslanım benim diye sevmeye"

 

Adamın kızı hizmet etmekteymiş. Gayette becerikliymiş. Tembel tembel oturan oğlunu seven ev sahibine dönüp:

 

-A benim iki gözüm, erkek arslan arslan da, dişi asrlan asrlan değil mi demiş.

 

SÖZ OYUNU/ÖZ TEPKİSİ

 

Türkçenin inceliklerini kullanarak yine yobazı, akıl düşmanını yerdiği fıkralarda karşımıza çıkar. Söz oyunu yapar fakat asıl iş/ustalık/vuruculuk söz oyununda değil içeriğindedir.

 

Sözgelimi

 

"Ben fakir bir adamım yemin bulur yemin içerim, şarap bulur şarap içerim"

 

fıkrasında olduğu gibi.

 

BAYRAMDAN BAYRAMA

 

Bektaşiye sormuşlar:

 

-Rakı içer misin?

 

-Ak-şam-daaan ak-şa-ma

 

-Namaz kılar mısın?

 

-Bayramdanbayrama, bayramdanbayrama!

 

VALLAHİ İÇMEMEM

 

Bir Bektaşiyi şarap içiyor diye yaklayıp kdının huzuruna çıkarmışlar. Kadı sormuş:

 

-Sen şarap içermişsin, gerçek mi?

 

-Haşa efendim.

 

-And içer misin?

 

-Vallahi içerim, billahi içerim!

 

-Öyleyse şimdiden sonra içmeyeceğine and iç!

 

-Vallahi içmem, billahi içmem!

 

Bektaşi fıkralarında dinle dünya işlerinin birbirine kanştırılmasına, tanrı ile insan arasına girilmesine, tanrı adına konuşmasına onun işlerine kalkışılmasına ince eleştiriler vardır.

 

Türlü bağnazlıkların baskısından bunalmış, düşünce ve inanç özgürlüğüne özlem duyan insanların elinde birer slogandır fıkralar.

 

Fıkralar anlatılmak istenilen gerçeğin ortaya çıkması için toplumsal

 

zeka  veya  ortak  yaratıcılık  amacıyla seçilmiş araçlardır.

 

TİPİKLİK UNSURU

 

Fıkraları vurgulu, etkili kılan onun tipiklik unsurudur. Tipiklik benzer olayların yaşana yaşana, tekrarlana tekrarlana bir nükte ile ifade edilebilir hale gelmesidir. Aksi bir durum yani tek bir olay üzerine fıkra ortaya çıkmaz , çıksa bile yaşayamaz, yok olup diğer.

 

Ortada ortaklaşa yaşanan ve ortak bir anlayışın tepkisini, eleştirisini gösteren bir durum sözkonusudur.

 

DÜNYANIN YARATILIŞI

 

Alevi teolojisi esas olarak dünyanın nasıl yaratıldığı üstüne kafa yarmaz sorular sormaz. O varolanı kabul ederek yüzünü yaşanan hayata döner.

 

Diğer yandan dünyanın yaratılışına dair aklına mantığına sığmayan açıklamaları da eleştirmekten geri durmaz.

 

ALTI GÜNDE YARATILAN DÜNYA

 

Bektaşi'ye sormuşlar, kıllarınca onu sıkıştıracaklar:

 

-Baba erenler, dünya neden böyle inişli çıkışlı, dağlık, derelik de dümdüz değil?

 

Baba erenler gülmüş:

 

-Be kardeşim, altı günde yaratılan dünya, ancak bu kadar olur...

 

Bektaşi fıkraları, bektaşinin şahsında kollektif bir eleştiri, bir tepkidir. Yani nükte ile dile gelen, ifade edilen herhangi bir tekil şahıs değildir. O tekil şahısın donunda kollektif kişiliktir.

 

Bektaşi babası bir kollektif kişiliktir.

 

SİYASAL ELEŞTİRİ

 

Egemen dinsel anlayışa yönelik eleştirilerin yanısıra fıkralar siyasal eleştiri mesajları da taşırlar.

 

Fıkralar egemen anlayış karşısında bir savunma silahı işlevi görürler. Bu savunma egemen değere karşı bir saldırıya da dönüşür. Çünkü varoluş koşulu, yaşamsal bir direnme/ihtiyaç noktasında bir zorunluluk ortaya çıkmışlardır. Açık, net, kesin bir dille söylenmek istenilen söylenir. Zayıfın güçlüye, baskı altında tutulanın egemene, mazlumun zalime karşı başkaldırı/mücadele/kafa tutma aracı olarak ortaya çıkmışlardır.

 

Bektaşi fıkralarında Osmanlı hanedanı onu var kılan idarecileri ile cisimleşen bir kurum olarak fıkraların hedefi olur.

 

Bektaşi babası hanedanı onun memurlarının şahsında topa tutar. Zaten devlette, egemenlik ilişkileri de ancak yöneticileriyle somutlanır. Soyut bir devlet bulmak bilimsel olmayıp politika bilimi ile açıklanamaz. Bektaşi devleti simgeleyen sadrazamı, veziri, kazaskeri, şeyhülislamı, kadıyı, valiyi ve hatta padişahı nükteleri ile eleştirirken biz buradan toplumsal sistemin eleştirisinin ipuçlarını elde ederiz.

 

Bu yöneticilerin şahsında baskı, zulüm, zorbalık, rüşvet, iltimas, adam kayırma, adaletsizlik gibi toplumu yaralayan konular, düzenin çürüyen yanlan ele alınır.

 

SEVABI KADI BOĞMAK

 

Bektaşi rüysında cennete gider. Orada bir öküz, bir deve, bir koyun ve bir ayı görür. Birer birer onlara cennette ne aradıklarını sorar:

 

Öküz,

 

-Ben der, Adem'in çift sürdüğü öküzüm, bu yüzden cennete geldim.

 

Deve,

 

Ben Muhammedi Mekke'den Medine'ye taşıdım.

 

Koyun,

 

-Ben Hazreti İsmil'e gökten inen kurbanım!

 

Ayıya sıra geldiğinde Bektaşi babası o söylemeden,

 

-Senin sevabın da, herhalde bir kadı boğmuş olmaktır der.

 

Fıkraların fıkralarda geçen somut kişi adlarından, somut yer adlarından somut zaman saptamalarından tam bir gerçekliğe karşılık geldiğini, bir gerçeklik ifadesi.olduğunu görebiliriz.

 

SONUÇ

 

Bektaşi fıkraları toplumsal çelişkileri ve bozuklukları eleştirirken iyinin, güzelin, doğrunun, haklının yanında tavır alır.

 

Nükteler karşısındakini bir parça gülümsetse dahi asıl etkisi düşündürmesindedir.

 

Fıkralar halkın sesi, gücü, sağduyusu, zekası, aklıdır.

 

Yukarıda kısaca anlatımlardan da görüleceği üzere Bektaşi fıkra ve nükteleri Alevi-Bektaşi yolunu anlamada, kavra­mada, yerli yerine oturtmakta değer­lendirilmesi gereken vazgeçilmez bir kaynak niteliğindedir.

 

KAYNAKÇA

 

Bedri Noyan, Bektaşilik Alevilik Nedir? Ankara 1987

 

Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1977

 

Pertev Naili Boratav, Bektaşilik ve Bektaşi Fıkraları Üzerine Birkaç Söz,M.Eloğlu, O.Tansel, Bektaşi Dedikleri içinde, İst. 1977

 

Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları, Ankara 1999

 

Bahri Alptekin, Bektaşi Fıkra ve Nükteleri, Ankara 1997

 

Ali Yıldırım, Osmanlı Engizisyonu, Ankara 1996

 
< Önceki   Sonraki >
ALİ YILDIRIM YAZDI: NASIL BİR BELEDİYE? NASIL BİR YEREL YÖNETİM?

www.yildirimali.org

kucuksosyalonkapak.jpg
duruston2.jpg
engelsizon2.jpg
laikbelediyeonkapak.jpg
sehrimizi_on2.jpg
ali.jpg

Gülağ Öz

gulag_oz.jpg

İçerikleri Görmek İçin
Resme Tıklayınız

radyo2.jpg
ATEŞTE SEMAHA DURMAK

SİVAS KATLİAMININ BELGESEL ANLATISI (GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ 5.BASKI ÇIKTI siparişleriniz için Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır )  ateste_semaha_durmak04kucuk.jpg

OSMANLI ENGİZİSYONU

ALEVİLER'E TARİHSEL ZULÜM!... OSMANLI ENGİZİSYONU    osmanlisonkapak.jpg(siparişleriniz için Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır )  

Hava Durumu
İstatistikler
Bugün 4
Dün 30
Bu Hafta 4
Tümü 10534